20 Kasım 2011 Pazar

Kolilere Sığdıramadıklarım...

Koliler, valizler, çöp dolu çöp torbaları, kıyafet dolu çöp torbaları, atılacaklar, verilecekler, eski fotoğraflar, hatıra defterleri, ilkokul karneleri, gözyaşlarına boğan gazete kupürleri, kahkahalar attıran resim defterleri, kitapların arasına yazılmış notlar, boarding pass'lerin üzerine yazılmış telefon numaları, unuttuğum adreslerden gelen mektuplar..

Taşınıyorum. Evlilik sebebiyle taşındığım için, yeni ikametgahımı bir insanla daha paylaşacağım için, ve zaten halihazırda hiç bir yere sığamayacak kadar çok eşyam olduğu için; bunların ciddi bir bölümünden kurtulmak zorundayım. Günler ve gecelerdir koli yapıyorum, koli taşıyorum, koli atıyorum..

İnsanın hatıraları hiç bir koliye sığmıyor oysa. Yaşadığın yerdeki güzel hatıralarını, üzüntülerini, hayallerini, umutlarını başka bir eve taşıyamıyorsun. Taşınma sürecinde birkaç kere ağladım, kolilerin ortasında oturmuş vaziyette. eşyalarım kolilere sığmıyor diye ağladım.  Şimdi anlıyorum ki, beni ben yapan ve bu evde bırakmak zorunda olduklarım sığmıyor hiç bir yere, ona ağladım. Aynı şekilde, yeni bir evde insanı heveslendiren aslında yeni bir hayatın, yeni bir sen'in ihtimali. yenilendiğin, gereksiz gördüğün her şeyi mavi çöp torbalarında İstanbul'un çöplüklerine terk ettiğin, özendiğin her şeyi binbir emek paketlediğin.. Kendini götürüyor insan gittiği her yere, kendinden kaçılmıyor elbet; ama kendine ait gördüklerini bırakıp yeni bir hayata gitmek, çok sancılı oluyor.

Sonunda biteceğini bildiğim güzel bir film gibi; kafamda milyonlarca soru olmasına rağmen bu evdeki son günlerimin tadını çıkarmaya ikna etmeye çalışıyorum kendimi. Kolilere sığdıramadıklarımı aklımda, kalbimde daha ne kadar taşıyacağım merak ediyorum.

15 Eylül 2011 Perşembe

Yalan Danışmanı

Hayatta bazı hallerde yalan söylemek zorunda kalıyor insan. Karşısındaki üzülmesin diye, kızmasın diye, alınmasın diye, söylenmesin diye, kıyameti kopartmasın diye... her neyse. İşte bu aralar benim hayatım o hallerle geçiyor. Yalan söylemeye alışkın bir insan da olmadığım için bu durum içimi sıkıyor. Günlerce, gecelerce söyleyeceğim yalanı kurgulamak için kafa patlatıyorum. Kendi kendimin kötü polisi olup nereden yakalanabilirim'i kurcalıyorum. Ortaya çıkarsa sebebi en masum görünecek yalan'ı arıyorum. Birisine yalan söylediğimde onla ilgili başka kimlere ne yalan söylemem lazım'ı ortaya koyan ilişki ağaçları çiziyorum. Yazıp yazıp karalıyorum; içinden çıkamıyorum. Herkese her şeyin doğrusunu söylemek geliyor içimden, çok rahatlayacağım biliyorum ama göze alamıyorum. Çünkü ben bu aralar en büyük kararsızlıklarımı kırmak ve kırılmak arasında yaşıyorum..

Bir yalan danışmanı olsa mesela? Tatlı bir meslek.. Gitsem durumu anlatsam, desem böyleyken böyle; otursa bana bir senaryo çıkarsa.. "Ama ya o insan şuna bu konuyu açar da o da buna bilmemne derse"lerimin hepsine içimi rahatlatacak bir yanıt verse. "Hah bu da tamam" desem.. Avcumun içine yazsam ezberlettiği yalanları, bir bir okusam. Sonra da bu konuyu kapatsam sonsuza dek, bir daha hiç başımı ağrıtmamak üzere.. Kafamı karıştıran, olur ha hesap edemediğim bir soru soran olursa; "danışmanıma sormak istiyorum" jokerim olsa, Sabrina gibi parmaklarımın ucunda dünyayı dondursam bi sorup gelsem.. Benim küçük aklımla hesap edemediğim her şeyi aynı anda düşünüp ona göre çizmiş olsa zaten yalanımı, "eee peki bu n'olacak?" dediklerimin hepsine kolayı var dese..

İçim sıkılıyor içim. Bir yalan danışmanına ihtiyacım var.

Bir süper kahraman. Pelerini falan da olabilir, kendimi daha güvende hissederim o zaman. Kemik çerçeveli bir gözlük, ben kemik çerçeveli gözlükleri olan insanların daha rahat yalan söylediğini düşünüyorum nedense. Yandan çarklı bir gülüşü, karnında kavuşturduğu elleri olsun.. Beni korusun, beni ve kırılgan kalbimi. Canımı yakmak için akbaba gibi bekleyen herkesten, her şeyden. Silahlarla kuşatsın beni, ceplerime taşlar doldursun. Hem daha ağır çekerim böylelikle, ilk rüzgarda devrilecekmiş gibi hissetmem kendimi şu anda olduğu gibi. Sivriltsin dilimi biraz, taşı gediğine koyacak laflar belletsin. Çarpım tablosu gibi, düşünmeden aklıma gelsin; gece yatağıma yattıktan sonra aklıma gelen "keşke şöyle deseydim"ler. Riskler aldırsın bana, sırtımı sıvazlasın. Korusun samimiyetsiz olan herkesten, canımı yakan her şeyden. Ben uyurken başucumda beklesin. Kalbimin bu kadar kırılmasına, nolur izin vermesin...

İçim sıkılıyor içim... Yalan danışmanı, nerdesin?

15 Temmuz 2011 Cuma

Aşka dair

Bir gün, hem de sana göre dünyanın en sıradan günüyken belki, bir şey oluyor ve hayatının bir daha asla eskisi gibi olmayacağını anlıyorsun. Güneş daha parlak, sesler daha yüksek, duyduğun haberler hep güzel, insanlar hep gülüyor gibi geliyor sana... İçin gülüyor aslında; çok sevdiğin bir mide ağrısına gülüyor için, hiç kaygılanmadığın bir kalp çarpıntısına.. Hele bir de yeni yeni filizlenirken umutların, hemen sahipleniliveriyorsa, senden mutlusu yok.

Aşık oldun. Belki ilk görüşte çarpıldın, belki “Bunca yıl gözümün önünde duranı nasıl görmedim?” dedin, aklına gelmeyen başına geldi; ne olduysa oldun işte, dedim ya, artık bir daha asla eskisi gibi olmayacak.. Olmayacak da, bir yerden sonra her günün birbirinin aynı olacak be kardeşim! Kalbini çarptıran adamın suratına kapı da çarpacaksın, tertemiz dileklerle kapattığın fallar kuruyacak; bazı fallar yıkasan da yıkamasan da çıkmayacak.
Arkadaş olacaksın o çok aşık olduğunla, saatlerce birbirinin gözünün içine bakmaktansa onun bunun dedikodusunu yapmak daha cazip gelecek.
Dost olacaksın, kimselere diyemediğini, belki kendine diyemediğini ona diyeceksin.. Utanmayacaksın çünkü senin en aciz, en garip yanını görmesinden.
Kardeş olacaksın, bir hastane odası önünde beklerken, yahut belin tutulduğunda en özel işlerin için ondan yardım alırken; fark edeceksin ki bugüne kadar en yakınlaştığın an aslında bu.. Ne romantik bir haftasonu, ne bir karanlık bir odanın mahrem sırları...
Ortak olacaksın, her attığı adıma hissedar, her ağzından çıkana kefil olacaksın...

Aşk dönüşüyor, ey faniler, hoşumuza gitse de gitmese de; aşk ilk günkü gibi kalmıyor...
Aşk zaten ilk günkü şiddetinde kırk yıl kalsa, hiç birimiz ne işe güce gidebiliriz, ne bir hayat kurabiliriz...
Kimileri var, aşkın bu dönüşümünü huzur ve güvenle izliyor; kimilerinin yüreğine ise bir panik yerleşiyor. Aşkın dönüşümünü aşka hiç yakışmayan bir sorgulamayla didiklemeye başlıyorlar.

İşte bu zat-ı muhteremlerin bazıları, aşkla beraber kendi piyasa değerlerinden de şüphe etmeye başlıyor. Gece yatağında dönerken, dostlarla yemek yerken bir başını kaldırıp etrafa baktığında, çok eskiden kendini ait hissettiği ortamların artık başkalarına ait olduğunu görüp yabancılaştığında, içinde sesler başlıyor: "Hâlâ iş yapar mıyım ben acaba? Giderim var mıdır? Şöyle bir çıksam, kaça alırlar beni? Şu yanımdaki, değerimi biliyor mu acaba? Sahi değerli miyim ki ben hâlâ?"

Ve zaten, arayan belasını da bulur Mevlasını da... Bir kere kalbine bu niyet düşen, elbet bulur kendisine fiyat biçecek birini. Uykusuz geceler asıl bundan sonra başlar.
Yanıbaşında uyuyan biri var bu sırada; nicedir adı senden ayrı anılmayan, senin bir elin bir kolun gibi, uzvun gibi olmuş biri, kimsenin seni ondan ayrı düşünmediği biri... Sen onu kesip atsan, senin onsuz bir halin kalacak ortada cascavlak. Senin onsuz halin de sana yabancı, haberin yok.

Öbür tarafta bir kırmızı elma var, parıl parıl, senin olmayı bekleyen.. Senle onun arasında senden engeller var aslında, vaktiyle bayıla bayıla alıp kendi etrafına yerleştirdiğin çitler var.. Korkuların var, hüsrana uğrayıp geri dönersen ne bulacağına dair. Rahatını bozmaya değer mi değmez mi, asla emin olamaz ki insan. Sosyal statüleri, etraf ne der'leri tenekeden zırh gibi giymiş korkaklarız çünkü hepimiz..
Her cenazeden sonra üç günlük dünya deyip yalnızca kendi keyfine bakmak kararı alsan da çok geçmeden (artık dördüncü gün hayatın üç gün olmadığını anladığımızdan mıdır nedir) korkuyorsun ya üç günden uzunsa dünya?
Ya ömrüm bu kalp çarpıntısından uzunsa?

Gecenin bir yarısı camdan bakarken çıkıp gitmek geliyor içinden. Sonra geri dönüyorsun odana, alıştığın sıcak yatağa girip, uzak bir hayalin rüyasını görmeye yatıyorsun.
Biliyor musun bilmiyor musun bilmem ama; değmiyor çünkü.
Başkalarının kalp kırıklıklarından inşa edilmiş bir sal üzerinde çok uzun yol alınmıyor okyanuslarda. Seni az önce neşeyle yükselten dalganın hemen ardından gelenle alabora oluyorsun. Zaten çıkarken paramparça ettiğin liman da artık olmadığına göre, sana bir anda çok korkunç görünmeye başlayan okyanusun ortasında, elim elim üstüne kalıyorsun.

Aşkın dönüşümünü yok sayarsan, aşkın ne olduğunu hepten unutuyorsun. Sonra adını aşk sandığın bir budalalığın peşinde, uyduruk bir tahta parçasının üzerinde sırılsıklam, yapayalnız kalıyorsun...

27 Mayıs 2011 Cuma

Allahın Emri...

Evlenme teklifi almanın iyi yanı; uzun süre etkisi geçmeyen gülümseme, tebrikler ve iyi dilekler, gülen gözler, planlar, hayaller..
Evlenme teklifi almanın daha az iyi olan yanı; pek çok prosedür, ailevi bürokrasiler, hem kalp kırmaktan hem kırılmaktan korkma ve tüm bu saydıklarımın göbeğinde duran, gergin bir etkinlik: kız isteme!


Hayırlısıyla yarın isteniyorum. Fikir olarak bir insanın başka bir insandan istenmesine karşıyım; ne var ki bu tarz ergence ukalalıkları yapmak için biraz yaşlıyım; başa gelen çekilecek... Resmi ortamlarda aşırı derecede gerilen ve konuşacak hiç bir şey bulamayıp tuzluk gibi oturan bir insanım. Dolayısıyla yarın aralarında oturduğum bir grup insan,  istisnasız tamamı gözünü dikmiş bana bakarken; beni iyi tanıyanlar içinden kıs kıs gülecek, pek samimi olmadıklarımsa muhtemelen "iyi hoş da gelin biraz alık galiba" diyecek. Bense bu sırada bir köşede gözlerimi halının deseninden seçtiğim bir motife dikmiş, dakikaların geçmesini bekliyor olacağım. Annem otururken bacaklarımı düzgün tutmam için kaş göz yapacak; onu bile görmeyeceğim.


Yüreğimi biraz da olsa hafifleten, bir sohbet açmamın beklenmeyecek olması en azından. Hanım hanım köşemde oturmam yetecek. Sırayla herkes birbirine "siz nasılsınız?" "bu sene de yaz gelmek bilmedi" gibi small talk'lar yaparken; ben kibar kibar gülümseyeceğim. Kahve tutarken "Buyrun", tebrik edenlere "Teşekkürler" demek dışında pek   repliğim olmayacak. Küçük bir müsamere gibi görüyorum, sıram gelecek, rolümü oynayacağım ve bitecek. 


Haftalardır gerildiğim her ne varsa, yarın akşam itibariyle komik bir anıya dönüşecek. Küçük anksiyete krizlerim, mide ağrılarım ve tuhaf rüyalarım; bu piyesten bana hatıra kalacak.


Benim için dua edin, olur mu?

6 Mayıs 2011 Cuma

Hıdırellez


Kendimi bildim bileli (elimde kağıt kalem uyuyakaldığım 2009 senesi hariç) her sene 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece bir gül ağacının dibine dileklerimi bıraktım. Kimi zaman yazdım, kimi zaman çizdim.. Kibrit çöpünden dileğinin maketini yapanı da gördüm; dergilerden fotoğraf kesip kolaj oluşturanı da... Her sene dileklerimi, son dakikada elimde diktiğim kırmızı bir keseciğin içine koyup gül dalına astım.

Derler ki, Hızır ile İlyas, yıl boyu sadece bu gece yeryüzünde buluşurlarmış. 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece biz uykumuzdayken kapı kapı gezip tüm bahçelere bereket, evlere huzur, dertlilere derman, hastalara şifa, borçlulara para getirir; kalbi temiz insanlara yardım ederlermiş. Gül ağaçlarına özellikle uğramayı ihmal etmez; tek tek okudukları dileklerimizi gerçekleştirmek için yıl boyu çalışırlarmış, bir dahaki Hıdırellez'e kadar..

Eğer bu yazıyı benim yazdığım gece okuyorsanız; hadi üşenmeyin, yazın çizin dileklerinizi. Bir kırmızı çaputa, kurdeleye bağlayın, hiç olmadı bir kağıda sarın ve bırakın gül ağacının dibine. Batıl inançmış, pagan adetiymiş, boşverin bunları. İyi geliyor insana, kendi acemi çizgileriyle çizilmiş bile olsa güzel bir geleceğin resmine bakmak..

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Spor için sanat!


Sanat dediğin eskiden az bulunur bir şeydi. Herkesin pek anlamadığı, eski olana ağzı açık baktığı; yeni olanınaysa ya burun kıvırdığı ya da anlamadığını kamufle etmek için bayılmış göründüğü bir kavramdı.
Ne var ki son yıllarda lüks nasıl demokratikleştiyse, ünlü tasarımcılar uygun fiyatlı koleksiyonlar yapmaya, zincir mağazalar için koleksiyonlar tasarlamaya başladıysa; sanat da demokratikleşti. Aslında gerçek anlamıyla insanın kendi ifadesinin temel yollarından biri olan sanat, aslına rücu etti ve sadece büyük sanatçılara değil, herkese kendini ifade etme ve ortaya çıkanın adına sanat diyebilme özgürlüğü tanınır oldu.

Ortaya çıkana bir sanat eseri deyip dememek; herkesin kendi takdirine kalmış. Sanat olarak dikkate almamak kadar, “ben sanat yaptım, kime ne” demek de serbest.



Önce Adidas, müzik yapan ayakkabı modeli Megalizer’ı yarattı. Dansçıların adımlarıyla oluşan müziğin, kendisini yaratan adımlara en çok yakışan melodi olduğu su götürmez bir gerçek. Kulağa hoş gelir gelmez, orası bilinmez elbet.

Bu hamleye karşılık vermekte gecikmeyen Nike, “+ GPS” teknolojisini kullanarak koşucuların ayak izlerinden resim yapan bir ayakkabı modeli çıkardı. Ayakkabıların tabanına entegre edilen özel bir yazılımla, Nike+GPS sahiplerinin adımlarının yarattığı frekansların renk ve desen yansımaları; bir sanat eseri oluşturuyor. Fırça darbeleri ve renkler koşucunun hızına, üzerinde yürüdüğü zemine ve adım sıklığına göre değişiyor. Uygulamayı ilk test edenlerin eserleri ayakkabı kutularında ölümsüzleşti.

Dediğim gibi, meydana gelenin adına sanat deyip dememek herkesin kendi takdiri. Ama sanatın demokratikleşmesi, ileri bir zümreye mahsus olmaktan çıkarılıp herkese kendini ifade etmenin yollarının sunuluyor olması, hoşuma gitmiyor değil. En nihayetinde sanat, her zaman toplum için değil; bazen de spor için sanat!


22 Nisan 2011 Cuma

Her Kadın Bir Gün Aldatılmayı Tadacaktır - Ama Kimle?

Gazeteci-müzisyen Ayşe Özyılmazel’in, eski sevgililerinden birini kendisini bir erkekle aldatmış olmasına dair açıklaması geçtiğimiz hafta gündemi hayli meşgul etti. Aldatılmak, pek çok birey için ayrılık sebeplerinin başında geliyor.. Çocuklar, ekonomik imkansızlıklar veya farklı mecburiyetler sebebiyle aldatılmayı sineye çeken kadınlar için de, kendisini aldatan kişiyi derhal hayatından çıkaran için de ciddi bir travma aldatılmak. Ve malesef, toplumsal ve bilimsel araştırmaların hemen hemen tamamı, her kadının aldatılma travmasını bir gün yaşayacağı yönünde sonuç veriyor. Bilim adamlarına ve toplumbilimcilere göre erkek cinsi; en güzel, en akıllı, en fedakar, en becerikli kadınları bile günün birinde aldatıyor. Konu buralara geldiğinde erkeklerle kadınlar arasında yaşanan en ateşli münazara, aldatmanın tanımına nelerin girip girmediğinde olur, bu apayrı bir yazı konusu.. Geçtiğimiz hafta boyunca benim aklımı kurcalayan soru ise şuydu: Bir hemcinsinizle aldatılmak mı daha üzücü, sevgilinizin sizi eşcinsel bir ilişki ile aldatması mı?

Ayşe Özyılmazel’in itirafı, magazin basınının pek çok renkli mensubunun üzerine vazifeymiş gibi konuyla ilgili görüş belirtmesine neden oldu. Kimileri "Aldatma aldatmadır, kadın ya da erkek fark etmez" gibi bir yanıt veriyor. Samimiyetsiz buluyorum; geçiniz. Sevgilisinin kendisini bir kadınla aldatmasını tercih edenler çoğunlukta, aksi takdirde yaşayacakları travmanın çok daha büyük olacağını düşünüyorlar. Bazıları ise, bir erkekle aldatılmanın kendilerini üzmeyeceğini söylemeye kadar vardırmış işi.

Başka bir kadınla aldatılan bir kadın, otomatikman kendini rakibesiyle kıyaslamaya başlar. Kendisinden daha güzel/havalı/çekici/iyi huylu vesaire olarak gördüğü bu kadını, kendi sevdiğinin yanında gördükçe; kendine güveni büyük bir hızla erimeye;  öfke ve nefreti, korkunç bir yetersizlik hissiyle birlikte ruhunu esir almaya başlar. Durmadan sebep arar kadın, problemin sevgilisini aldatmaya cüret ve cesaret eden bir insanın zaten kendisinde olduğunu asla kabul etmez; hep bir sebep arar... “Daha güzel olsaydım/daha az dırdır yapsaydım/ 5 kilo vermiş olsaydım... böyle olmaz mıydı acaba?” Bu travma malesef, kadında önce kendine sonra da karşı cinse yıpratıcı bir güvensizlik yaratır ve bu değerli hatıranın izleri kadının sonraki ilişkilerinde bile gizli bir sorun olmaya devam eder.

Öte yandan bir erkekle aldatılma senaryosunda şahane bir kaçış var. O güne kadar eşcinsel ilişkilere son derece saygılı görünen, “ay benim çok gay arkadaşım var” cümlesini yerli yersiz kullanmayı marifet sayan, eşcinsellere kendisine fotoğraf çektirmeye gelen hayranına sarılan artist yapmacıklığında sevgi ve muhabbet gösteren o kadınlar; bir anda eski sevgililerini sapık ve anormal addederler. “Sorun adamdaymış şekerim, zaten kadın istese benden daha iyi kimi bulacaktı ki? Meğer adam erkek istermiş”ten başlayarak bunun çok daha hazımsız ve seviyesiz versiyonlarına varana kadar pek çok teselli cümlesiyle kadın, bu konuyu zaman içinde bir sohbet malzemesi haline bile getirebilir.

Adil ve tarafsız bir bakış açısıyla, aldatılmak zaten başlı başına bir insanı ilişkide en çok incitebilecek hareketler arasında; ve gerçekten kadın ya da erkek olması aslında fark etmemeli. Ama o işler öyle olmuyor işte. Kişi kendisini aldatan kişinin yeni tercihini, kendiyle ne kadar kıyaslayabildiğine muhakkak bakıyor. Ve böyle hassas konularda da başına gelmeden fikir belirtmek, gerçekten boş oluyor!

Bilimadamlarının dediği gibiyse, aldatılmak her kadının er ya da geç başına gelecekse eğer, acaba yakalamamak, duyup bilmemek en güzeli mi?

13 Nisan 2011 Çarşamba

Bu Pazartesi Kesin Başlayanlara Dev Hizmet!


“Önümüzdeki yaza kesin mini etek giyicem; gidecek bu kilolar..” “Bu bana yapılır mıydı ya, bir daha aramiicam; ararsa açmiicam bile!” “Festival programından yirmi tane film işaretledim, hepsini izliicem bu sene mutlaka” “Sabahları erken kalkıp sahilde yürüyüş yapıcam; bak şimdi 7’de uyansam; çeyrek geçe evden çıksam...”

Sizin hiç olmadı mı, kendi kendinize böyle sözler verdiğiniz? Ya da bir arkadaşınıza mesela? Genelde bu tarz sözler, “bu yıl kesin”ler, “mutlaka”lar birkaç gün, bilemedin 1-2 hafta içinde yalan olur. Belirli bir süre sonra hiç olmamış gibi o sözü baştan vermeye kalktığınızda sizi yüzlemeyendir zaten aranan dost. “Hadi len!” demeyendir. Benim basbayağı ateist bir arkadaşım, Kur’an’a el bile basmıştı “Bir ay boyunca çikolata yemeyeceğim” diye. Kibar bir kız olduğum için gülmemiştim kendisine.

Biraz alışınca insan bu duruma, bir süre sonra daha ağzından çıkarken bile neler olacağını gözünün önüne getirebiliyor. O yürüyüşe hiç gidilemez sabah uykusundan feragat edilip; o hobi kursları hoş bir hatıra olarak kalır; zaten bir sonraki Pazartesi de kesin ayın 1’ine denk geliyordur, iyisi mi o zaman başlamalıdır rejime..

Her derde deva internet camiası, bu yaraya da parmak basmış ve gayet acımasız, affetmez, sanal bir dost yaratmış bizlere. Stickk.com, verdiği sözlere artık arkadaşlarının bile itibar etmediği hevesli müteşebbisler için birebir! Siteye kaydolduktan sonra, kendinize bir hedef seçiyorsunuz. Kilo vermek, sigarayı bırakmak, düzenli egzersiz yapmak gibi çoktan seçmeli hedeflerin birini tercih edebiliyor, veya kendi kişisel hedefinizi oluşturabiliyorsunuz. Saç uzatmak, sevgili bulmak, iş bulmak, para biriktirmek de kullanıcılara ilham vermek adına listelenmiş öneriler arasında..

Hedefinizi oluşturduktan sonra sitenin önünüze koyduğu tabloda işin ciddiye bindiğini anlıyorsunuz. Hedefinizle ilgili bazı süreler, limitler, koşullar ve ara hedefler belirleyerek kontratınızı oluşturuyorsunuz. Örneğin “10 kilo vermek istiyorum ve bunu 12 haftada gerçekleştirmeyi hedefliyorum, ve evet bu da haftada 830 g. eder”  ya da “8 hafta süreyle her gün 2 km. yürümeyi hedefliyorum” gibi. Koşullarda anlaştıktan sonra sıra para konuşmaya geliyor. Hedefinizi gerçekleştiremediğiniz her hafta için belirlediğiniz bir meblayı gözden çıkarıyorsunuz. Bu paraya ne mi oluyor? İlk seçenek, paranın belirlediğiniz bir hayır kurumuna bağışlanması.. İkinci seçenek daha ilginç; kültürel/siyasi/sosyal bir konuda sizle karşıt görüşte olan bir kurum seçiyorsunuz ve site paranızı bu kuruma bağışlıyor; yani kürtaj karşıtı koyu bir katolikseniz kürtajı destekleyen bir dernek, bireysel silahlanmayla mücadele ediyorsanız silahlı sporlara destek veren bir kurum, eşcinsel evliliği korkunç buluyorsanız eşcinsel evlilik savunucusu bir sivil toplum örgütünü seçerek; hedefinize ulaşma konusundaki hırsınıza başka bir boyut katabiliyorsunuz. “Anti-charity” yani insanların bağış oraya gitmesin diye hırs yapması hedeflenen kuruluşlar arasında G.W.Bush Presidential Library de olması hayli dikkat çekici. Üçüncü seçenek ise parayı önceden bildireceğiniz bir arkadaşınızın hesabına yönlendirmek; ki bu zaten “Var mısın ulan iddiasına?”nın 21. Yüzyıl versiyonuna karşılık geliyor sanırım. Site bu kontratı parasız yapma opsiyonunu da sunuyor, ancak hedefine para bağlayan kullanıcıların başarı oranlarının 3 kat fazla olduğu belirtiliyor.

Ardından yarış başlıyor. Kontratınızı yaparken belirttiğiniz sıklıkta rapor veriyor; kilo durumunuzdaki değişikliği ya da günde kaç adet sigara içtiğinizi bildiriyorsunuz. Hedefiniz doğrultusunda ilerleme kaydettikçe sizden herhangi bir ödeme alınmıyor. Hedefinizden şaştığınızda ise, paranız seçtiğiniz kurum veya kişiye anında gönderiliyor. Raporda verdiğiniz bilginin doğruluğunu onaylamak için kendinize bir kefil de seçebiliyorsunuz. Kefil sisteminin nasıl çalıştığı konusunu çok anlayamadım ama, zaten bu siteye yanlış beyanda bulunmakla uğraşacak biri “Ben nerde yanlış yaptım?” sorusunun cevabını burada aramamalı bence.

Fikir bana hem yaratıcı hem de eğlenceli geldi. Belki siz de kişisel bir hedefiniz için denemek istersiniz. Nisanın ortası geldi neredeyse, 2011 hedeflerine n’oldu sahi?


11 Nisan 2011 Pazartesi

Adab-ı Muaşeret


Ben çocukken sinema filmleri Türkiye’ye aylar, hatta seneler sonra gelirdi. Zaten öyle çocuk filmleri, 3D animasyonlar, popüler film yıldızlarınca yapılan seslendirmeler falan yoktu ya hani; kırk yılın başı çocuklara uygun bir film geldiğinde, ya da sinema sevdalısı annem o zaman çocuk aklımla anlamadığım, ama bugün bile hayal meyal hatırladığım filmlere beni götürdüğünde, benim için büyük olay olurdu.  Belki bugün sinemaya gittiğimiz sıklıkta, tiyatroya giderdik annemle ben çocukken. O yüzdendir ki, tiyatroda nasıl davranılması gerektiği konusundaki eğitimimi çok şükür, 5-6 yaşlarındayken aldım. Tiyatroda yüksek sesle konuşulmaz, bir şeyler yenip içilmez, acil bir durum olmadıkça yerinden kalkılmaz, oyuna geç kalınırsa ilk perdeye asla girilmez.. Çocuk aklımla bile anlamıştım ki, tiyatro denen şey sinemadan farklı. Hele evde, rahat koltuğunda ayağını uzatıp televizyon izlemekten tamamen farklı. Sebebi basitti; tiyatroda “Zeki Müren de bizi görecek”ti; sahnede oynayan gerçek bir insandı ve sanatına saygılı olmak, o salonda bulunmayı hak etmek adına, sahnedekilerin dikkatini dağıtacak, moralini bozacak, güç durumda bırakacak hareketlerden itinayla kaçınmalıydık.

Üzülerek görüyorum ki, ülkemizde yetişen herkes sahne sanatları konusunda benle aynı eğitimi almamış. Tiyatroda nasıl davranılır, sahnedeki sanatçıya ve diğer izleyicilere nasıl saygı gösterilir; bu konularda herkesin ailesi veya öğretmenleri benim kadar hassasiyet göstermemiş sanıyorum.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda en ön sıradan izlemekte olduğu “Genç Osman” isimli oyun sırasında sakız çiğnediği için sahnedeki oyuncu tarafından önce bakışları ve mimikleriyle uyarılmış, sonra da tiyatrocu, oyunu ve müziği kesmek suretiyle kendisini sözlü olarak uyarmış kendisini. Uyarının ardından oyunun ortasında salonu terk eden Erdoğan’ın bugün basın mensuplarına ilettiği yazılı açıklama ise hayli ilginç. Kendisi sahnedeki oyuncunun tepkisinin asıl sebebinin başındaki örtü olduğuna inanıyor. Sanatçıyı başörtüsüne tahammülsüzlük göstermekle suçluyor, ve hatta “sebebi meçhul ve saçma nefretini kusup kendi egosunu tatmin ettiğini” belirtiyor. Mektubun tamamını okumak isteyenler, mektubun hala apar topar kaldırılmamış olduğu birkaç internet sitesini ziyaret edebilirler.

Tüm meseleyi, basından takip ettiğim kadarıyla yorumlamaya çalışınca, aklıma tek bir ihtimal geliyor. Sanıyorum ki bu hanımefendi, sahnedeki sanatçıyı itham ettiği başörtü takıntısından, bizzat kendi muzdariptir. Aldığım görgü ve terbiye ile sebebini açık seçik görebildiğim bir tepkiyi, başörtüsüne yorma alınganlığını göstermesini biraz naif biraz da gülünç buluyorum. Toplumda birkaç yıldır dehşetle izlemekte olduğum, başörtü üzerinden yapılan bir sömürü var. Başkalarının inançları adına konuşmaya cüret eden bir takım insanlar var. İnsanları önce mağdur olduklarına ikna edip, sonra da bu mağduriyetten kurtarma vaatlerini veren bir siyasi parti var. Aynı siyasi parti ki, bugün açıklanan milletvekili listelerinde yer alan bir kadın adayın, başvurusunu yönetmeliğe uygun bir şekilde baş açık fotoğrafla yapıyorken, her nedense adayın temsil etmeyi hedeflediği coğrafi bölgeye bugün yerleştirilen açıkhava reklamlarında başörtülü fotoğrafıyla arz-ı endam ediyor.

Ben başörtüsü kullanmıyorum, yakın çevremde de kullanan hiç kimse yok. İnancı gereği başörtüsü kullanan bir insanla sohbet etme şansım olsa şu anda, inanç kadar kişisel bir meseleyi, kimsenin siyasi hedeflerine malzeme etmesine izin vermemeye davet ederdim kendisini. Kendinden başka kimsenin, onun inancı hakkında söz sahibi olmadığını anlatmaya çalışırdım. Çünkü inançla ilişkilendirilen bazı konuların siyasi hedef ve kişisel menfaatler için kullanılması sinirime dokunuyor.

Demek ki neymiş? Bazı medeni eğitimleri aile ya da öğretmenleri vermezse kişiye, verecek bir “ucube” bulunurmuş mutlaka...

7 Nisan 2011 Perşembe

Rüyanız Hayrolsun! -2


Çocukluğumdan beri tekrarlayan bir rüyam var.

O dönem hayatımda olan önemli bir olay – bir sınav, toplantı, doğumgünü, düğün, mülakat…- aniden gelip çatıyor. Yapmış olmam gereken hiç bir hazırlığı yapmadığımı fark ediyorum ve başımdan aşağı kaynar sular iniyor. Korkunç bir kalp çarpıntısı, soğuk terler ve kulağımda kendi sesim yankılanıyor: “Bunca zamanın vardı bu sınava çalışmak için, nasıl olur da kapak bile açmazsın? Bu doğumgünü için neden geçen haftadan hediye almadın? Mülakatta sana bu sorunun sorulacağını nasıl akıl etmedin? Bu aptal kıyafetle mi geldin düğüne, nasıl yeni bir elbise almazsın? Bu organizasyonun bugün olacağını biliyordun, neden haftasonu maniküre gitmedin? …..” Birbirinden anlamsız son dakika çözümleri yaratmaya çalıştıkça kendimi iyice kötü hissediyorum. Erimek, küçülerek yok olmak, kaybolmak istiyorum. Defalarca o günün gerçekten gelip gelmemiş olduğunu sorguluyorum, zamanın ne çabuk geçmiş olduğuna şaşırıyor, bunca zaman hiç bir hazırlık yapmamış olduğum için kendimi hepten hırpalıyorum.

Bu rüyaların sonuncusunu geçtiğimiz akşam kendi düğünüm için gördüm. Aylar geçivermiş ve düğün günüm gelivermiş; ne düğün yerimiz ayarlanmış, ne gelinliğim seçilmiş, saçımı bile yaptırmamışım; annem ve tanımadığım iki insanla düğünüme giden bir arabanın içindeyim. Kendimi arabadan aşağı atmak istiyorum. Uyandığımda çarpıntım, kalbimin sesini dışarıdan duyurabilecek şiddetteydi ve ağlamaklıydım.

Bu rüyamı bir arkadaşıma anlattığımda, “Ne şimdi, rüya mı bu, bana senin günlük hayatından bir kesit gibi geldi” dedi.

Rüyalarınıza dikkat edin. Hakkımızda çok şey söylüyorlar.


Fotoğraf: Maelle Andre

22 Mart 2011 Salı

iyi günde, kötü günde

Kötü gün dostu bulmak zordur derler, değil mi?
Zor zamanlarda yanında olacak, bir hastane odasında, bir cenazede elini tutacak; bir aşk acısında, bir dost kazığında sırtını sıvazlayacak; gözyaşlarını omzuna akıtabileceğin bir dost; gerçekten çok kıymetlidir. Kötü günde yalnızlık, meselenin kendisinden de çok koyar bazen insana. En umutsuz, en karanlık anda bile “Bu da geçer yahu” demeyi insan, ancak dostları yanındayken başarır.

Ama bana kalırsa, asıl zor olan iyi gün dostu bulmak...
Sıkıntın, derdin olduğunda bir saniye yanından ayrılmayanların bazıları; mutluluğunu paylaşmaya gelince yok oluverirler ortadan.
Güzel bir haber verdiğinde yüzlerinden bir  gölge geçer.. Gülümsemelerindeki sahtelik içindeki coşkuya yumruk atar sanki; bir iğneleyici sözle, bir kinayeli hatırlatmayla, alaycı,inanmaz ya da kıskanç bir bakışla insanın yaşama sevincini içine kaçırırlar.

Dikkatlice bakın etrafınıza, kötü gününüzde dostluk vazifesini eksiksiz yerine getirenler arasında dahi yok mu bunlardan? Bu aslında bir dostluk meselesi değil çünkü. Bu insanın doğasıyla ilgili.

Acıyı paylaşmak, maalesef mutluluğu paylaşmaktan daha kolay. Çünkü insanoğlu, karşısındakinin acısına, üzüntüsüne, kötü gününe yoldaşlık ederken; bilinçaltında bir yerde, şahit olduğu olayın kendi başına gelmediğine şükrediyor. Bunu kendisine değil bir başkasına yaşatan hayata diyetini, “kötü gün dostu” olarak ödüyor. Kendisini teğet geçen olayı, toplum normlarında üzerine düşeni yaparak uzaklaştırıyor. “Hayatta her şey insanlar için” ya da “herkesin başına gelebilirdi” ya da “bir gün hepimiz bunu yaşayacağız” derken; bilinçaltımızdaki küçük, bencil canavarlar; kendileri için o “bir gün”ün bugün olmayışını davulla zurnayla kutluyor.

Kötü kalpli bir insan değilsen,
hele de değer verdiğin, sevdiğin biri varsa karşında; üzüntü, acı veya çaresizlik içindeyse,
yaşadıklarına üzülür ve o insan için elinden geleni yapmaya gayret edersin.

Ama kaderi seninkinden güzel, şansı senden bol bir insana; sen yıllardır beklerken terfi edene, sen yapayalnızken aşık olana sevinebiliyorsan eğer,
karşındakinin mutluluğu senin içinde çiçekler açtırabiliyorsa;
O zaman iyi bir dostsun demektir.

Gerçi bir tek Amerikan filmlerinde evlenirken söz veriyorlar “iyi günde, kötü günde...” diye ama... Kötü ve iyi günlerimde yanımda olabilen tüm dostlarıma teşekkürü borç bilirim.

15 Mart 2011 Salı

Siyah Kuğular ve Üvey Kız Kardeşler




Herkes kendine karşı ne kadar acımasız, farkında mısınız? Hele kadınlar.. Adeta kendimizden görünmez bir tane daha doğuruyoruz; her an yanımızda olup her attığımız adımı izlesin diye.. Bu zalim reprodüksiyon, tüm hareketlerimizi, sözlerimizi, söylediklerimizi ve söylemediklerimizi, kararlarımızı ve tercihlerimizi acımasızca eleştiriyor. O kadar kalpsiz, hoşgörüsüz ve talepkar ki, her an kulağımıza ne kadar değersiz, beceriksiz, yetersiz olduğumuzu fısıldıyor. Aşağılıyor, alay ediyor; onla biraz fazla başbaşa kalınca insan; tüm gün evde kalıp yorganın altından çıkmamak istiyor..

Eh zaten bu kötü kalpli üvey kardeş hayatında olunca insanın; düşmana ne hacet! Dünyada başka kimsenin canını acıtmasına gerek kalmıyor; zaten kimse insanın canını kendi kadar acıtamıyor da. Aynı şekilde başka birinin sevgisi, övgüsü, beğenisi de bu zalim kız kardeşin hançerinin yarasını asla onaramıyor. İnsan kendini sevilmeye değer bulmadı mı; bir başkasının sevgisinden hiç bir zaman emin olamıyor...

Black Swan, ne bale sanatçılarının hayatındaki zorlukları anlatıyor, ne de kendi eksik kalmış kaderinin sorumluluğunu kızının omuzlarına yükleyen anneyle bu yükün ağırlığından çöken kızının ilişkisini.. Black Swan, bıçağı kendine saplayan sıradan bir kadını ve mükemmeliyetçiliğin doruk noktalarında insanın kendine zarar verir hale gelişini anlatıyor..

Bir insanın hayatındaki en büyük engelin bizzat kendisi olduğunu söyleyen Thomas, Nina’nın bu engeli aşmak adına o engelden kurtulmayı, kendini yok etmeyi, metaforik ve gerçek anlamlarıyla kendini öldürmeyi göze alacağını tahmin etmiş miydi acaba?

Film boyunca, gerçek bir beyaz kuğu olarak yaratılmış Nina’nın siyah kuğuya dönüşme mücadelesini izledik sananlar çok yanılıyorlar. Çünkü Nina siyah kuğuyu yaratmadı, yaratamazdı da zaten.. Nina; bembeyaz bir kuğu, masum bir prenses, ürkek bir serçe olan Nina, aslında “siyah kuğu”yu ezelden beri içinde taşıyor; ancak kontrollü kişiliği ve toplumun ona öğrettikleri doğrultusunda bu karanlık tarafını hep bastırmaya, susturmaya çalışıyor. Film boyunca tüm halisünasyonlarının bir yerinde savaştığı düşmanı kendisi olarak görmesi, kendi siyah kuğusunu reddettiği için karşısına çıkan her “siyah kuğu”da kendisini görmesini anlatıyor bence. Ve Nina’nın çocukluğundan beri ara ara nüksettiğini öğrendiğimiz sırt kaşıntısı; adeta derisini yırtıp içinden çıkmak isteyen “siyah kuğu”nun isyanını sembolize ediyor. Nina’nın bu alışkanlığını tırnaklarını keserek, omuzluklar giydirerek önlemeye çalışan annesi, aslında küçük, masum kızının görmek istemediği tarafını yok etme çabalıyor.

Filmde gözardı edilemeyecek kadar önemli bir anne profili var, gerek beyaz perdede, gerekse hayatta sıkça karşılaştığımız türden; evladını doğurmak adına kendi hikayesini yarıda bırakmış, kendi doğurduğundan o hikayeyi tamamlamasını bekleyen, çocuğunun kendi hikayesini yazmasına müsaade etmeyn bir anne. Hala gözümün önünden gitmeyen ürkütücü tabloları gibi, bir tek kendisine anlamlı gelen bir şekilde çizmek istiyor Nina’yı. Ve o tuhaf portreler gibi Nina da onu çizenin isteği dışında hareketlenmeye başlayınca, işler çığırından çıkıyor.

Biraz annesinin, biraz bale gibi ağır fiziksel koşullar gerektiren,rekabeti yüksek bir sanatla uğraşmasının etkisiyle, Nina siyah kuğusunu kendinden bile saklarken, kötü üvey kardeşini çok erken yaratmış. Hayatta her şeye yetersiz ve her şeyden sorumlu olduğu hissi, onu akıl ve ruh sağlığını yitirme noktasına bile getirmiş. Hem Nina sıradışı bir karakter olduğu, hem de –en nihayetinde- bu bir film olduğu için; çizilen portrenin dehşet verici derecede abartılı olduğunu söylemek mümkün. Ama rica ediyorum, dikkatli bakın etrafınızdaki kadınlara; ya üvey kız kardeşe beğendirmeye çalışıyorlar kendilerini, sonuçsuz bir çabayla.. Ya da o zalim gölgenin hakkından gelebilecek tek kişi olan kendi “siyah kuğu”larını serbest bırakıp özgürce dans ediyorlar hayatta, kontrolsüzce hareket eden ellerinin kollarının yıktıklarına, kırdıklarına, döktüklerine dönüp bakmıyorlar bile…

Velhasıl, ya kötü kız kardeş kalıyor hayatta, ya da siyah kuğu. Olan gene kadına oluyor..

10 Mart 2011 Perşembe

Derisi Kalın Olanlara


Ne biçim insanlarsınız siz?

Hayal kırıklıkları nasıl oluyor da beni yıprattığı kadar yıpratmıyor sizi? Kırılmıyor mu hiç hayalleriniz? Hayalleriniz yok mu yoksa? Hesaplarınız mı var sizin bir tek? Çıkarlarınıza hizmet etmek için mi dönüyor hayatın dişlileri? Size faydası olmayan bir şeye de sevinebilir misiniz ?

Bir insanı sadece “iyi insan” olduğu için sever misiniz mesela? Saygı duyar mısınız, balçığın içinde, rezaletin içinde iyi ve temiz kalabilmeye çalışan bir kalbe? Kaybedeceğini bile bile hatasını, eksiğini kendi diliyle, herkesten önce söyleyenlere, yaptıklarının sorumluluğunu alıp sonucuna katlanabilenlere enayi gözüyle bakanlardan mısınız?

Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu sizin? Sözlerinizi sadece karşınızdakinin canını acıtmak için mi kullanıyorsunuz? Kaç boğum sizin boğazınız? Yutkunuyor musunuz ağzınızı açmadan evvel? Kendinizde gördüğünüz eksiklerle, yanlışlarla yüzleşemediğiniz için başkasına yıkıveriyor musunuz suçu; o insanın emeğini, özenini, özverisini elinizin tersiyle iterek? Kötü haber; insan kendinde en çok ne eksikse, karşısındakinde onu eleştirirmiş..

Siz de dehşete düşmeyenlerden misiniz? Hiç bir şeye şaşırmayanlardan.. Yaralanmayanlardan.. Omuz silkebilenlerden.. Kötülüğü hesaplayabilenlerden..

Nasıl bu kadar duyarsız oldunuz hepiniz? Mesela en son ne zaman hiç tanımadığınız birinin derdine üzüldünüz? Gazetelerde, televizyonlarda dünyanın en büyük felaketlerine şahitlik ediyoruz; nasıl oluyor da unutabiliyorsunuz kanal değiştirdiğiniz, sayfa çevirdiğiniz anda? Dünyanın bir ucundalar, ülkenin hiç görmediğiniz bir şehrindeler, sizden farklı bir muhitte oturuyorlar diye nasıl yok sayabiliyorsunuz? Hayatın ta kendisi bu, farkında mısınız?

Bırakın dünyanın öbür ucundakileri.. Yanıbaşınızdaki insanlar, her sabah selamlaştığınız, her gün konuştuğunuz insanlar var; yürekleri acıyor, yaraları kanıyor; hiç mi fark etmiyorsunuz? En son ne zaman birisine, gerçekten nasıl olduğunu merak ederek “Nasılsın?” dediniz? Dinliyor musunuz, laf olsun diye sorduğunuz hal-hatırların yanıtlarını? Yoksa kendinizden bahsetmenin yeni bir fırsatına bir girizgah mı yapıyorsunuz? Muhteşem egonuzun önüne bir kırmızı halı mı seriyorsunuz?

Nasıl güvenmediğiniz insanlara güleryüz gösterecek kadar geniş olabiliyorsunuz? Arkanızdan iş çevirdiğini bildiğiniz insanları “siyaseten doğru” olmak adına hayatınızda nasıl tutuyorsunuz? Haklı olanı gün gibi gördüğünüz halde, size öylesi yarayacak diye, zalim olanın yanına sizi ışık hızıyla ulaştıran bu yol nasıl bu kadar kısa? iki nokta arasındaki en kısa yol doğru olabilir; ama sizin yol doğru değil, benden söylemesi...

Kötülüğe, kötü niyete, iki yüzlülüğe, çıkarcılığa, utanmazlığa karşı donatılarak mı gönderildiniz siz bu dünyaya?
Ben öyle değilim çünkü.
Benim derim sizin kadar kalın değil.
Nefesim kesiliyor çünkü haksızlığa uğradığım zaman. Nutkum tutuluyor; birisi gözümün içine baka baka yalan söylediği zaman. Yüzü kızarmayanların yerine yüzüm kızarıyor.

Canımı acıtıyorsunuz. Hayattan korkutuyorsunuz. Beni hayattan çok sizler hırpalıyorsunuz..

Not: Bu satırlar tek bir insana ithafen değil, hayatımdaki pek çok insandan; onların açtığı ve durmadan kanattığı yaralardan ilham alınarak yazılmıştır.

9 Mart 2011 Çarşamba

Devam



Çok ağırıma gidiyor, DNS ayarlarımı değiştirip kendi bloguma kaçak göçek girmek..
Ama girdiğim zaman birkaç tane de olsa ziyaret görünce deli gibi mutlu oluyorum.
O yüzden, yazmaya devam!
Okuyabilenlere.. Ve yakında bir gün herkesin okuyabilmesi dileğiyle..

1 Mart 2011 Salı

Bloguma Dokunma!

Blogspot, Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 14/01/2011 tarih ve 2011/156D İş sayılı kararına istinaden erişime engellendi.

Konuyla ilgili görüş belirten birbirinden yaratıcı onlarca yazı okudum. İzninizle bunların birkaçından alıntı yaparak; söz konusu yasağı OGS gişelerinden kaçak geçenler var diye köprüyü kapatmaya, bir komşu elektrik faturasını ödemedi diye tüm apartmanı karanlığa mahkum etmeye benzetmek istiyorum.

Çünkü yaşanan tam olarak da bu.
Çünkü yasaklanan, hiç bir suçu olmayan yüzbinlerce insanın fikirleri ve ifade özgürlüğü.

Henüz tüm servis sağlayıcılar yasağı uygulamaya başlamadı ama birkaç gün içinde, yasak uygulanmaya başlanacak ve tıpkı 2008’de olduğu gibi blog sayfalarını ziyaret edemeyeceğiz.

Bu demek oluyor ki; görüşlerini, gözlemlerini, hikayelerini, fikirlerini takip etmeyi tercih ettiğimiz bloggerlara ulaşamayacağız.
Bu demek oluyor ki; düşüncelerimizi, duygularımızı, yorumlarımızı ; onları merak eden insanlara ulaştıramayacağız.

Blogger üzerinde Türkçe yayın yapan 4 milyonu aşkın blog var.
Türkiye’deki 28 milyon internet kullanıcısının 18 milyonu ayda en az bir kere blogspot sayfalarını ziyaret ediyor.

Siz de bu 18 milyon kişiden biriyseniz eğer...
Siz de ifade özgürlüğüne inanıyor, blog yazarlarının fikirlerine, emeklerine, özgürlüklerine destek vermek istiyorsanız eğer...
Siz de bu konuda tepkisiz kalmamak isterseniz; “Bloguma Dokunma” hareketine destek verebilirsiniz.
Twitter hesabınızdan #blogumadokunma etiketli bir tweet yazın, http://www.facebook.com/blogumadokunma sayfasını like edin.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Güneş Sirki ile Harikalar Diyarında


Bir çocuktan sirk resmi çizmesini isterseniz, size bir sirk çadırı çizecektir. Hepinizin bu cümleyi okurken gözünün önüne gelenden.. Üçgensi bir çatının altında, kırmızı beyaz çizgileri olan bir çadır. Hepimizin bilinçaltında yer alacak kadar ikonik olan bu muhafazanın yüzyıllar boyunca, şehirden şehre gezen sirklere çatı olması tesadüf değildir. Göz alıcı renklerle insana içerde kaçırılmaması gereken bir seyirlik olduğu hissini veren bu geçici yapı oldukça davetkardır. Doğuşu 18. Yüzyılın sonlarına dayanan sirk kavramı, İngiltere’den tüm dünyaya yayılmış olan değişmez formatın 
sembolüdür. Klasik bir sirk çadırının içinde olanları ise tahmin etmek, oldukça mümkündür: Eğitimli hayvanların etkileyici performansları, akrobasi gösterileri ve neşe unsuru olarak palyaçolar.

Cirque du Soleil - Dralion
1983 yılında Kanadalı iki sokak sanatçısı tarafından kurulan ve bu zaman zarfında dünyada 20’yi aşkın farklı gösteriyle 100 milyonun üzerinde seyirciyle buluşmuş olan Cirque du Soleil, alışılagelmiş bir sirkten çok daha fazlasını vaad ediyor.

30 yıldan az sürede bir gösteri topluluğundan milyar dolarlık bir şirkete dönüşen Cirque du Soleil, oyunun kurallarını baştan yazıyor. İlk bakışta Güneş Sirki’ni, hani o aklımıza gelen kırmızı-beyaz çadırın içindekinden ayıran en önemli unsur hayvanların eksikliği gibi görünse de Cirque du Soleil, hem kültürel olarak incelenmeye değer bir vaka, hem de 20. Yüzyılda yaratılmış en önemli iş modellerinden biri bana kalırsa.

Cirque du Soleil, 2 asrı aşkın süredir benzer kurgularla faaliyet göstermekte olan, doygunluğa ulaşmış ve hatta düşüşe geçmiş bir iş kolunda ortaya konmuş, gerçek bir inovasyondur. Klasik sirklerin en dikkat çekici unsuru olan eğitimli hayvanları 
Cirque du Soleil - Saltimbanco
resmin dışına çıkarmanın yanı sıra, klasik bir sirkte peş peşe sıralanacak akrobası gösterileri hatırı sayılır oyunculuklarla gelişmiş bir hikaye kurgusu içine oturtuluyor. Tek başına izleyicileri büyülemeye yetecek olan dans, müzik ve kostümler, aslında sadece sahnedeki gösterinin seyircilerde yaratacağı dehşeti hafifletmeye hizmet ediyor.

Yetişkinler için hazırlanmış bu hayal dünyasında 1000’den fazlası sanatçı kadrosunu oluşturmak üzere 40 milletten 4000’in üzerinde insan görev alıyor. Üstelik Cirque du Soleil, yalnızca gösterileriyle değil, başka alanlardaki faaliyetleriyle de hayranlarına dokunmaya devam ediyor. Gösteri DVD’leri ve hatıra ürünleriyle milyonlarca insanın evine giriyor; Reebok ile yaptıkları ortak çalışmada ortaya çıkardıkları “Jukari Fit to Fly” ile; sirk anlayışını baştan yazdıkları gibi, yepyeni bir spor icat ediyorlar. Cirque du Soleil’in2007 yılında “Ernst&Young Yılın Girişimcisi” ödülüne layık görülen kurucusu Guy Laliberte, tarihe “eğlencenin ve performansın tanımını dünya çapında yeniden yazan adam” olarak geçti bile.

Cirque du Soleil - Quidam
İki gösterilerini canlı, onlarca gösterilerini ise DVD’den izlemiş bir Cirque du Soleil hayranı olarak, şahit olduğum ilk canlı performansları olan Alegria’da gözyaşlarımı tutamadığımı itiraf etmeliyim. Dünyanın dört bir yanından gelmiş bir grup insanın, takım arkadaşları ile koordinasyonları, birbirlerine duydukları güven ve yıllar süren eğitim ve emekle kendi bedenleri üzerinde kurdukları hakimiyet beni büyüledi. Bir ekip olmanın, beylik firma eğitimlerinde kendini arkadaki insanın kollarına bırakmakla edinilemeyecek kadar kıymetli bir meziyet olduğunu düşünen yoktur umarım. Ben bu sanatçıların kendilerine de birbirlerine de duydukları güveni sıkı bir disiplin, eğitim ve egosuzluğa bağlıyorum. İzleyicilere çığlık attıracak performansları sadece insan bedenini kullanarak yapmak için yeteneğin yeterli olduğunu düşünmüyorum; bu yetenekli sanatçıların her biri aylar boyunca hem bireysel hem de bir takım olarak ağır eğitimlerden geçerek izlediğimiz muazzamlığa ve ahenge ulaşıyor olmalılar. Metrelerce yükseklikten aşağı serbest düşüşte isen, düştüğün yerde kaç santim yanında hangi arkadaşının sana kaçıncı saniyede elini uzatacağını gözü kapalı 

bilmek; gerçekten bir ekip olmak demek.. İzleyicinin gözünü alan rengarenk kostümler ve hiç durmayan devinim içinde partnerini bulmak, onlarca kişinin büyüleyici bir ritm ve simetri ile hareket etmesi aylar, belki yıllar boyunca yılmadan çalışmak demek.. Ve her biri tartışılmayacak derecede yetenekli olan bu sanatçıların bireysel performanstan ziyade ortaya çıkan dev tablonun bir detayını oluşturması, kişisel egolardan sıyrılmanın tanımı gibi.

Onlarla bir tek gün de olsa geçirmek, enfes kostümlerinden sıyrıldıkları sahne arkasına süzülmek, her birinin hikayesini dinlemek için neler vermezdim.

Cirque du Soleil - Saltimbanco

21 Şubat 2011 Pazartesi

A Day Made of Glass






Hayatımızın çok da uzak olmayan bir gelecekte bu videodaki gibi olacağına inanabiliyor musunuz? Bana çok imkansız görünmüyor. Nasıl laptoplar, tablet PC’ler ve akıllı telefonlar bulunduğumuz her yeri ofisimiz haline getirdiyse, bunlar sayesinde evini sırtında taşıyan kaplumbağalar gibi olabildiysek; birkaç yıl içinde bulunduğumuz her ortam hayattaki tüm bilgilerimizi çağırabileceğimiz, küçük parmak hareketleriyle dökümanlarımızı paylaşabileceğimiz yüzeylere dönüşecek. Çok heyecan verici, bir o kadar da korkutucu. Bilgi güvenliği ve özel hayat gizliliği son bulacak sanırım, “İsviçreli bilim adamları”nın da henüz bu konuyu çok umursadığını sanmıyorum.

VHS ve betamax'larda kayıtlı çocukluk videolarım bulunduğu için,  bir gün bir açık artırmada yüz binlerce dolar karşılığı satıp köşeyi dönmeyi planladığım Walkman’lerimi hala sakladığım için, vapur düdüklü ICQ yüzünden ev telefonumuz dakikalarca meşgul kaldı diye babamdan fırça yediğim için, sarı ekranlı takoz cep telefonlarından birine sahip olmayı çılgınca arzuladığım o günleri dün gibi hatırladığım için, floppy disk’lere kayıtlı dosyalarda olduğunu iddia ettiğim ödevlerimi Üniversitede hocama teslim edip “A-aa bozulmuş demek!!” yalanını söyleyerek birkaç gün daha kazanabildiğim için; korkunç hızı ve gelişimiyle teknoloji beni hala daha bir şeylere şaşırtabildiği için kendimi şanslı sayıyorum.

Muhteşem bir çağa şahitlik ediyoruz. Keyfini çıkarın!

18 Şubat 2011 Cuma

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker’e Açık Mektup



Sizin gibi bir insanla aynı ülkeyi, aynı dünyayı paylaştığıma,aynı havayı soluduğuma bile inanmak bana güç geliyor. Hele de sizin bir eğitimci olduğunuz gerçeğini, gelecek nesillerin dünya görüşünün, değer yargılarının ve muhakeme yeteneklerinin sizin gibilerin ellerinde şekillendiğini hatırladıkça ürperiyorum.

Tecavüz; bir insanın diğer bir insana karşı işleyebileceği en büyük suçlardan, gösterebileceği en büyük şiddetlerden biridir. Tecavüz suçunu işleyen kimse, bu suçu salt cinsel dürtüsünden değil; psikolojik veya sosyal bozukluğundan dolayı işler. Dolayısıyla, tecavüze herhangi bir dekoltenin sebep gösterilmesi mümkün değildir; insan demeye utandığım bazı mahlukların bırakın dekolte giyen kadınları; bebek sayılacak çocuklara, yatalak hastalara karşı bu vahşeti gerçekleştirmesi; bu suçu işleyenin sağlıklı bir birey olmadığının göstergesidir. Tecavüze uğrayan kişinin, sadece bekareti ve/veya “tek eşliliği” değildir zarar gören; bedeni, ruhu, duyguları, cinselliğe bakışı ve kendi bedeniyle olan ilişkisi, onarılması güç bir şekilde hırpalanır...

Kadın bedeni; canı çekti diye dileyenin gidip bir parça koparabileceği bir yemek değildir Orhan Bey. 
İnsanın bedeni evidir; bir yabancının canı öyle istedi diye arabayı durdurup faydalanabileceği bir tesis değil.

Sizin de bir eğitimcisi olduğunuz İslam dininin şartlarından biri değil midir, insana nefsini törpülemeyi öğretmeyi hedefleyen oruç? Benim bildiğim kadarıyla kendi hür iradeleriyle oruç tutanlar; oruç ibadetinin altında yatan öğretiyi anlar ve önlerinde en sevdikleri yiyecek de yense bırakın canları çekmeyi; orucunu bozmayı aklına bile getirmezler. Kişinin kendi iradesini terbiye etmesidir çünkü dinin bize salık verdiği.. Karşına ne çıkarsa çıksın, doğru insan olmak, erdemli olabilmek ve erdemli kalabilmektir Allah tarafından tüm dinler aracılığıyla insanoğluna tembihlenen..

Sizi bir eğitimci olarak da, hatta bir insan olarak da ciddiye almadığımı belirtmek isterim. Verdiğiniz demeçten daha bile çok beni dehşete düşüren, bu milletin meclisindeki vekillerin, hele ki kadın vekillerin demecinize olan tepkisizliğidir. Tamamen kurgusal bir dizide yaşanan sevişme sahneleri yüzünden gençlerin ahlakından endişe edenler, sizin bu demecinizden ve demeciniz sonucunda kendi hayvani dürtülerini kontrol etme gereği duymayacak, bunu da bir din aliminin sözlerine dayandırarak içini rahatlatacak insanların olası hareketlerinden endişe etmiyorlar mı? Fatmagül’ün tecavüz sahnesini kaleme alanları da, çekenleri de, oynayanları da kendi tabiriyle “sapıklık”la suçlayan AKP İstanbul Milletvekili hanımefendinin sizing hakkınızdaki yargısını ben çok merak ediyorum mesela? Yoksa büyük bir memleket meselemizi çözüp, Fatmagül’ün suçunun ne olduğunu açıkladığınız için mi susuyor hepsi?

Dilerim Allahtan, talihsiz demecinizde andığınız korkunç olay, ailenizden ve çevrenizden hiç kimsenin başına asla gelmesin. Çünkü hiç bir kadın; tecavüz denen vahşet ve şiddet eylemini hak etmez. Dekolte tercih eden veya etmeyen hiç bir kadın...

10 Şubat 2011 Perşembe

Toplum için değil, kendim için sanat!



Valiz yapmam gereken yerde saatlerdir www.picassohead.com'da çılgınca eğleniyorum.
Picasso'nun resimlerinde kullandığı bazı temel öğeleri kullanarak kendi Picassohead'inizi oluşturabiliyorsunuz.
Ben postmodern bir saray soytarısı ilhamıyla yola çıkmıştım; iyi de gidiyordum ama sonuçta ortaya çıkan yaratık Napolyon'a daha çok benzedi.


Picassohead'imin Napolyon'a benzemediğini iddia eden varsa, belgesiyle gelsin. 
Varsa elinde Napolyon'la çekilmiş bir fotoğrafı olan; tartışalım. Yoksa biz susalım; Picassohead'lerimiz konuşsun.

Ben yokken bu sitede gönlünüzce oyalanın; birkaç gün yokum. Siz sanatınızı konuştururken, ben çok uzaklarda olacağım :) Fazla uzaklaşmayın, Salı günü geri dönüyorum.

İyi eğlenceler!

8 Şubat 2011 Salı

Rüyanız Hayrolsun!


Bu adamı hayatınızda hiç gördünüz mü? Ya da rüyanızda? Iyi düşünün…


Robot resimdeki adamın ilginç bir hikayesi var.

 2006 yılında New York’ta ünlü bir psikiyatriste danışan bir hasta; rüyalarına girip hayatıyla ilgili tavsiyeler veren, hiç tanımadığı bir adamdan bahsediyordu. Kadın, düzenli olarak rüyalarına giren bu adamdan çok rahatsızdı; üstelik adamı hayatı boyunca hiç görmediğine emindi. Hastasının rüyalarına giren kişiyi, geçmiş bir travmayla ilişkilendireceğine emin olan psikiyatrist, hastasından adamı tarif etmesini istedi ve robot resim çizildi.
Birkaç gün sonra, aynı psikiyatrist ziyaret eden başka bir hasta, korkuyla karışık bir merakla doktorun masasının üzerinde gördüğü robot resimdeki adamın kim olduğunu sordu; çünkü adamı sürekli rüyasında görüyor, ancak kim olduğunu bilmiyordu.
Psikiyatrist bu ilginç tesadüf üzerine robot resmi birkaç meslektaşına gönderdi ve hastalarına robot resmi göstermelerini istedi. Birkaç hafta içinde farklı psikiyatristlerle görüşen dört hastadan daha benzer tepkiler geldi; hayatlarında hiç görmedikleri bu adamın sürekli rüyalarına girdiğine yemin eden hastalar, robot resmi görünce dehşeye kapılıyorlardı.
Önce Amerika’da, sonra uluslararası psikiyatri kuruluşları aracılığıyla tüm dünyada yayılan bu robot resim; dünyanın farklı ülkelerinden, farklı din, dil ve kültürlerden 2000’e yakın hastadan aynı reaksiyonu aldı.

Robot resimdeki rüya ziyaretçisinin gizemi dünya çapında büyüdü ve farklı teoriler ortaya atıldı.

Durumu klasik öğretilerle değerlendiren bazı psikiyatristler, Jung'un psikoanalitik teorisine göre robot resimdeki adamın kolektif bilincin yarattığı bir arketipten başka bir şey olmadığını savundular. Bu görüşe geçmişinde birbirine benzer travmalar bulunan insanların benzer rüyalar görmesi veya gördüklerini zannetmesi mümkün olabiliyor.

Konunun gizemi ortadayken, dini çevrelerin de topa girmesi kaçınılmaz oldu: Görüşünü bildiren bazı din görevlileri, büyük yaratıcının kendini bazı insanlara rüyalara bu surette gösterdiğine inandıklarını açıkladılar.

Bu konudaki en ilginç teori, hayal gücü kuvvetli olan kesimden geldi (ki ben bunların sonradan sinemacı olduklarını düşünüyorumJ) Bilimsel açıdan ispatı imkansıza yakın olan rüya sörfü teorisine göre, gerçek hayattan birisi, insanların rüyalarına girmeyi ve bu rüyaları yönlendirmeyi başarmış olmalı.

Bazılarıysa robot resimdeki adamın gerçek hayattan sıradan bir sima olduğunu, hepimizin her gün gördüğü pek çok insana benzediğini, bu yüzden de robot resmi doğrulayan hastaların rüyalarında gördükleri tanımadıkları insanı gören bu ortalama tipe benzettiklerini düşününmekle yetiniyor.

Hiçbir konudan eksik kalmayan komplo teorisyeni kimseler, şüpheciliği karakterinin bir parçası haline getirmiş olan bazıları, robot resmin insanlığı akıl hastasına çevirmek isteyen bir şebeke tarafından ortaya atıldığını ve uzun vadeli, hain bir planın ilk parçası olduğuna gerçekten inanıyor.

Konuyla ilgili görüşümü açıklamadan evvel çocukluğumdan bir anı paylaşmak isterim.

 Çocukluğumu geçirdiğim muhitte, küçük bir türbe dururdu bir yol kenarında. Kargacık burgacık bir el yazısıyla yazılmış “Bardakçı Baba Türbesi”  tabelasının altında duran mezar yeri boyutunda bir alanı çevreleyen yeşil demirlerle gelen geçen çul çaput bağlardı. Kendisinden hangi dilekleri dileyebileceğimiz konusunda bir malumatımız olmasa da, Bardakçı Baba 80’li ve 90’lı yıllarda Gayrettepe, Fulya civarlarında oturanlardan en azından bir Fatiha almıştır sanırım. 90’ların sonunda bu muhitten taşınırken muhit ile birlikte vedalaştığım Bardakçı Baba, birkaç yıl evvel yine karşıma çıktı; hem de hiç beklenmedik bir şekilde.

Günlük gazetelerde, belki bahsettiğim yıllarda Gayrettepe’de oturmuş olanlar dışında kimsenin dikkatini çekmeyecek kadar küçük yer bulan bu haber; 1968’de İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği’nden mezun olmuş bir grup arkadaşın günah çıkarması niteliğindeydi. Öğrencilik yıllarında, henüz Gayrettepe dutluk, Fulya da koruluk iken, ders çalışmak için korudaki müsait bir alanı tercih eden bir grup arkadaş, gırgır olsun diye buraya “Bardakçı Baba Türbesi” tabelası asmışlar, artık geyik ne kadar uzadıysa, fakültede kullandıkları yapay bir kafatasını da buraya gömmüşler. Kısa bir sure içinde yalancı türbenin mahalleliden büyük ilgi ve hürmet gördüğünü fark edince de utançtan ağızlarını açamamışlar. Içlerinden birine mevzu fena dert olmuş olacak ki, 2002 yılında utana sıkıla yaptığı açıklamada “Bardakçı Baba Türbesi” hakkındaki bu gerçekleri itiraf etti; ancak bildiğim kadarıyla bizim yalancı türbe hala eski yerinde, türbeyi çevreleyen araziye yapılan gökdelenin inşaat şirketinin biraz Bardakçı'nın biraz da mahallelinin tepkisinin korkusuyla yaptırdığı bir camekanın içinde..

Sözü fazla uzattım; bu robot resimdeki adamın da modern zamanların Bardakçı Babası olduğuna inanıyorum. Bana öyle geliyor ki, robot resim birileri tarafından, herkesin merakını uyandıracak bu hikaye ile ortaya atıldı. Artık forward mail olarak dünyayı dolaşması mı hesap edildi, internetin erişim hızını ispatlama deneyi miydi, yoksa sadece geyik miydi bilemem.. Sonuç olarak amca kadar ilgi gördü, o kadar ciddiye alındı ki, bunun saçma bir şaka olduğunu açıklamak için artık çok geç.. Muhtemelen robot resmin ve bu şehir efsanesinin yaratıcısı, bir yerlerden yarattığı etkiyi izleyip kıs kıs gülüyor.

En azından bana öyle geliyor.. Yine de büyük konuşmak istemem, maazallah, Bardakçı Baba falan çarpar..