22 Mart 2011 Salı

iyi günde, kötü günde

Kötü gün dostu bulmak zordur derler, değil mi?
Zor zamanlarda yanında olacak, bir hastane odasında, bir cenazede elini tutacak; bir aşk acısında, bir dost kazığında sırtını sıvazlayacak; gözyaşlarını omzuna akıtabileceğin bir dost; gerçekten çok kıymetlidir. Kötü günde yalnızlık, meselenin kendisinden de çok koyar bazen insana. En umutsuz, en karanlık anda bile “Bu da geçer yahu” demeyi insan, ancak dostları yanındayken başarır.

Ama bana kalırsa, asıl zor olan iyi gün dostu bulmak...
Sıkıntın, derdin olduğunda bir saniye yanından ayrılmayanların bazıları; mutluluğunu paylaşmaya gelince yok oluverirler ortadan.
Güzel bir haber verdiğinde yüzlerinden bir  gölge geçer.. Gülümsemelerindeki sahtelik içindeki coşkuya yumruk atar sanki; bir iğneleyici sözle, bir kinayeli hatırlatmayla, alaycı,inanmaz ya da kıskanç bir bakışla insanın yaşama sevincini içine kaçırırlar.

Dikkatlice bakın etrafınıza, kötü gününüzde dostluk vazifesini eksiksiz yerine getirenler arasında dahi yok mu bunlardan? Bu aslında bir dostluk meselesi değil çünkü. Bu insanın doğasıyla ilgili.

Acıyı paylaşmak, maalesef mutluluğu paylaşmaktan daha kolay. Çünkü insanoğlu, karşısındakinin acısına, üzüntüsüne, kötü gününe yoldaşlık ederken; bilinçaltında bir yerde, şahit olduğu olayın kendi başına gelmediğine şükrediyor. Bunu kendisine değil bir başkasına yaşatan hayata diyetini, “kötü gün dostu” olarak ödüyor. Kendisini teğet geçen olayı, toplum normlarında üzerine düşeni yaparak uzaklaştırıyor. “Hayatta her şey insanlar için” ya da “herkesin başına gelebilirdi” ya da “bir gün hepimiz bunu yaşayacağız” derken; bilinçaltımızdaki küçük, bencil canavarlar; kendileri için o “bir gün”ün bugün olmayışını davulla zurnayla kutluyor.

Kötü kalpli bir insan değilsen,
hele de değer verdiğin, sevdiğin biri varsa karşında; üzüntü, acı veya çaresizlik içindeyse,
yaşadıklarına üzülür ve o insan için elinden geleni yapmaya gayret edersin.

Ama kaderi seninkinden güzel, şansı senden bol bir insana; sen yıllardır beklerken terfi edene, sen yapayalnızken aşık olana sevinebiliyorsan eğer,
karşındakinin mutluluğu senin içinde çiçekler açtırabiliyorsa;
O zaman iyi bir dostsun demektir.

Gerçi bir tek Amerikan filmlerinde evlenirken söz veriyorlar “iyi günde, kötü günde...” diye ama... Kötü ve iyi günlerimde yanımda olabilen tüm dostlarıma teşekkürü borç bilirim.

15 Mart 2011 Salı

Siyah Kuğular ve Üvey Kız Kardeşler




Herkes kendine karşı ne kadar acımasız, farkında mısınız? Hele kadınlar.. Adeta kendimizden görünmez bir tane daha doğuruyoruz; her an yanımızda olup her attığımız adımı izlesin diye.. Bu zalim reprodüksiyon, tüm hareketlerimizi, sözlerimizi, söylediklerimizi ve söylemediklerimizi, kararlarımızı ve tercihlerimizi acımasızca eleştiriyor. O kadar kalpsiz, hoşgörüsüz ve talepkar ki, her an kulağımıza ne kadar değersiz, beceriksiz, yetersiz olduğumuzu fısıldıyor. Aşağılıyor, alay ediyor; onla biraz fazla başbaşa kalınca insan; tüm gün evde kalıp yorganın altından çıkmamak istiyor..

Eh zaten bu kötü kalpli üvey kardeş hayatında olunca insanın; düşmana ne hacet! Dünyada başka kimsenin canını acıtmasına gerek kalmıyor; zaten kimse insanın canını kendi kadar acıtamıyor da. Aynı şekilde başka birinin sevgisi, övgüsü, beğenisi de bu zalim kız kardeşin hançerinin yarasını asla onaramıyor. İnsan kendini sevilmeye değer bulmadı mı; bir başkasının sevgisinden hiç bir zaman emin olamıyor...

Black Swan, ne bale sanatçılarının hayatındaki zorlukları anlatıyor, ne de kendi eksik kalmış kaderinin sorumluluğunu kızının omuzlarına yükleyen anneyle bu yükün ağırlığından çöken kızının ilişkisini.. Black Swan, bıçağı kendine saplayan sıradan bir kadını ve mükemmeliyetçiliğin doruk noktalarında insanın kendine zarar verir hale gelişini anlatıyor..

Bir insanın hayatındaki en büyük engelin bizzat kendisi olduğunu söyleyen Thomas, Nina’nın bu engeli aşmak adına o engelden kurtulmayı, kendini yok etmeyi, metaforik ve gerçek anlamlarıyla kendini öldürmeyi göze alacağını tahmin etmiş miydi acaba?

Film boyunca, gerçek bir beyaz kuğu olarak yaratılmış Nina’nın siyah kuğuya dönüşme mücadelesini izledik sananlar çok yanılıyorlar. Çünkü Nina siyah kuğuyu yaratmadı, yaratamazdı da zaten.. Nina; bembeyaz bir kuğu, masum bir prenses, ürkek bir serçe olan Nina, aslında “siyah kuğu”yu ezelden beri içinde taşıyor; ancak kontrollü kişiliği ve toplumun ona öğrettikleri doğrultusunda bu karanlık tarafını hep bastırmaya, susturmaya çalışıyor. Film boyunca tüm halisünasyonlarının bir yerinde savaştığı düşmanı kendisi olarak görmesi, kendi siyah kuğusunu reddettiği için karşısına çıkan her “siyah kuğu”da kendisini görmesini anlatıyor bence. Ve Nina’nın çocukluğundan beri ara ara nüksettiğini öğrendiğimiz sırt kaşıntısı; adeta derisini yırtıp içinden çıkmak isteyen “siyah kuğu”nun isyanını sembolize ediyor. Nina’nın bu alışkanlığını tırnaklarını keserek, omuzluklar giydirerek önlemeye çalışan annesi, aslında küçük, masum kızının görmek istemediği tarafını yok etme çabalıyor.

Filmde gözardı edilemeyecek kadar önemli bir anne profili var, gerek beyaz perdede, gerekse hayatta sıkça karşılaştığımız türden; evladını doğurmak adına kendi hikayesini yarıda bırakmış, kendi doğurduğundan o hikayeyi tamamlamasını bekleyen, çocuğunun kendi hikayesini yazmasına müsaade etmeyn bir anne. Hala gözümün önünden gitmeyen ürkütücü tabloları gibi, bir tek kendisine anlamlı gelen bir şekilde çizmek istiyor Nina’yı. Ve o tuhaf portreler gibi Nina da onu çizenin isteği dışında hareketlenmeye başlayınca, işler çığırından çıkıyor.

Biraz annesinin, biraz bale gibi ağır fiziksel koşullar gerektiren,rekabeti yüksek bir sanatla uğraşmasının etkisiyle, Nina siyah kuğusunu kendinden bile saklarken, kötü üvey kardeşini çok erken yaratmış. Hayatta her şeye yetersiz ve her şeyden sorumlu olduğu hissi, onu akıl ve ruh sağlığını yitirme noktasına bile getirmiş. Hem Nina sıradışı bir karakter olduğu, hem de –en nihayetinde- bu bir film olduğu için; çizilen portrenin dehşet verici derecede abartılı olduğunu söylemek mümkün. Ama rica ediyorum, dikkatli bakın etrafınızdaki kadınlara; ya üvey kız kardeşe beğendirmeye çalışıyorlar kendilerini, sonuçsuz bir çabayla.. Ya da o zalim gölgenin hakkından gelebilecek tek kişi olan kendi “siyah kuğu”larını serbest bırakıp özgürce dans ediyorlar hayatta, kontrolsüzce hareket eden ellerinin kollarının yıktıklarına, kırdıklarına, döktüklerine dönüp bakmıyorlar bile…

Velhasıl, ya kötü kız kardeş kalıyor hayatta, ya da siyah kuğu. Olan gene kadına oluyor..

10 Mart 2011 Perşembe

Derisi Kalın Olanlara


Ne biçim insanlarsınız siz?

Hayal kırıklıkları nasıl oluyor da beni yıprattığı kadar yıpratmıyor sizi? Kırılmıyor mu hiç hayalleriniz? Hayalleriniz yok mu yoksa? Hesaplarınız mı var sizin bir tek? Çıkarlarınıza hizmet etmek için mi dönüyor hayatın dişlileri? Size faydası olmayan bir şeye de sevinebilir misiniz ?

Bir insanı sadece “iyi insan” olduğu için sever misiniz mesela? Saygı duyar mısınız, balçığın içinde, rezaletin içinde iyi ve temiz kalabilmeye çalışan bir kalbe? Kaybedeceğini bile bile hatasını, eksiğini kendi diliyle, herkesten önce söyleyenlere, yaptıklarının sorumluluğunu alıp sonucuna katlanabilenlere enayi gözüyle bakanlardan mısınız?

Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu sizin? Sözlerinizi sadece karşınızdakinin canını acıtmak için mi kullanıyorsunuz? Kaç boğum sizin boğazınız? Yutkunuyor musunuz ağzınızı açmadan evvel? Kendinizde gördüğünüz eksiklerle, yanlışlarla yüzleşemediğiniz için başkasına yıkıveriyor musunuz suçu; o insanın emeğini, özenini, özverisini elinizin tersiyle iterek? Kötü haber; insan kendinde en çok ne eksikse, karşısındakinde onu eleştirirmiş..

Siz de dehşete düşmeyenlerden misiniz? Hiç bir şeye şaşırmayanlardan.. Yaralanmayanlardan.. Omuz silkebilenlerden.. Kötülüğü hesaplayabilenlerden..

Nasıl bu kadar duyarsız oldunuz hepiniz? Mesela en son ne zaman hiç tanımadığınız birinin derdine üzüldünüz? Gazetelerde, televizyonlarda dünyanın en büyük felaketlerine şahitlik ediyoruz; nasıl oluyor da unutabiliyorsunuz kanal değiştirdiğiniz, sayfa çevirdiğiniz anda? Dünyanın bir ucundalar, ülkenin hiç görmediğiniz bir şehrindeler, sizden farklı bir muhitte oturuyorlar diye nasıl yok sayabiliyorsunuz? Hayatın ta kendisi bu, farkında mısınız?

Bırakın dünyanın öbür ucundakileri.. Yanıbaşınızdaki insanlar, her sabah selamlaştığınız, her gün konuştuğunuz insanlar var; yürekleri acıyor, yaraları kanıyor; hiç mi fark etmiyorsunuz? En son ne zaman birisine, gerçekten nasıl olduğunu merak ederek “Nasılsın?” dediniz? Dinliyor musunuz, laf olsun diye sorduğunuz hal-hatırların yanıtlarını? Yoksa kendinizden bahsetmenin yeni bir fırsatına bir girizgah mı yapıyorsunuz? Muhteşem egonuzun önüne bir kırmızı halı mı seriyorsunuz?

Nasıl güvenmediğiniz insanlara güleryüz gösterecek kadar geniş olabiliyorsunuz? Arkanızdan iş çevirdiğini bildiğiniz insanları “siyaseten doğru” olmak adına hayatınızda nasıl tutuyorsunuz? Haklı olanı gün gibi gördüğünüz halde, size öylesi yarayacak diye, zalim olanın yanına sizi ışık hızıyla ulaştıran bu yol nasıl bu kadar kısa? iki nokta arasındaki en kısa yol doğru olabilir; ama sizin yol doğru değil, benden söylemesi...

Kötülüğe, kötü niyete, iki yüzlülüğe, çıkarcılığa, utanmazlığa karşı donatılarak mı gönderildiniz siz bu dünyaya?
Ben öyle değilim çünkü.
Benim derim sizin kadar kalın değil.
Nefesim kesiliyor çünkü haksızlığa uğradığım zaman. Nutkum tutuluyor; birisi gözümün içine baka baka yalan söylediği zaman. Yüzü kızarmayanların yerine yüzüm kızarıyor.

Canımı acıtıyorsunuz. Hayattan korkutuyorsunuz. Beni hayattan çok sizler hırpalıyorsunuz..

Not: Bu satırlar tek bir insana ithafen değil, hayatımdaki pek çok insandan; onların açtığı ve durmadan kanattığı yaralardan ilham alınarak yazılmıştır.

9 Mart 2011 Çarşamba

Devam



Çok ağırıma gidiyor, DNS ayarlarımı değiştirip kendi bloguma kaçak göçek girmek..
Ama girdiğim zaman birkaç tane de olsa ziyaret görünce deli gibi mutlu oluyorum.
O yüzden, yazmaya devam!
Okuyabilenlere.. Ve yakında bir gün herkesin okuyabilmesi dileğiyle..

1 Mart 2011 Salı

Bloguma Dokunma!

Blogspot, Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 14/01/2011 tarih ve 2011/156D İş sayılı kararına istinaden erişime engellendi.

Konuyla ilgili görüş belirten birbirinden yaratıcı onlarca yazı okudum. İzninizle bunların birkaçından alıntı yaparak; söz konusu yasağı OGS gişelerinden kaçak geçenler var diye köprüyü kapatmaya, bir komşu elektrik faturasını ödemedi diye tüm apartmanı karanlığa mahkum etmeye benzetmek istiyorum.

Çünkü yaşanan tam olarak da bu.
Çünkü yasaklanan, hiç bir suçu olmayan yüzbinlerce insanın fikirleri ve ifade özgürlüğü.

Henüz tüm servis sağlayıcılar yasağı uygulamaya başlamadı ama birkaç gün içinde, yasak uygulanmaya başlanacak ve tıpkı 2008’de olduğu gibi blog sayfalarını ziyaret edemeyeceğiz.

Bu demek oluyor ki; görüşlerini, gözlemlerini, hikayelerini, fikirlerini takip etmeyi tercih ettiğimiz bloggerlara ulaşamayacağız.
Bu demek oluyor ki; düşüncelerimizi, duygularımızı, yorumlarımızı ; onları merak eden insanlara ulaştıramayacağız.

Blogger üzerinde Türkçe yayın yapan 4 milyonu aşkın blog var.
Türkiye’deki 28 milyon internet kullanıcısının 18 milyonu ayda en az bir kere blogspot sayfalarını ziyaret ediyor.

Siz de bu 18 milyon kişiden biriyseniz eğer...
Siz de ifade özgürlüğüne inanıyor, blog yazarlarının fikirlerine, emeklerine, özgürlüklerine destek vermek istiyorsanız eğer...
Siz de bu konuda tepkisiz kalmamak isterseniz; “Bloguma Dokunma” hareketine destek verebilirsiniz.
Twitter hesabınızdan #blogumadokunma etiketli bir tweet yazın, http://www.facebook.com/blogumadokunma sayfasını like edin.