22 Nisan 2011 Cuma

Her Kadın Bir Gün Aldatılmayı Tadacaktır - Ama Kimle?

Gazeteci-müzisyen Ayşe Özyılmazel’in, eski sevgililerinden birini kendisini bir erkekle aldatmış olmasına dair açıklaması geçtiğimiz hafta gündemi hayli meşgul etti. Aldatılmak, pek çok birey için ayrılık sebeplerinin başında geliyor.. Çocuklar, ekonomik imkansızlıklar veya farklı mecburiyetler sebebiyle aldatılmayı sineye çeken kadınlar için de, kendisini aldatan kişiyi derhal hayatından çıkaran için de ciddi bir travma aldatılmak. Ve malesef, toplumsal ve bilimsel araştırmaların hemen hemen tamamı, her kadının aldatılma travmasını bir gün yaşayacağı yönünde sonuç veriyor. Bilim adamlarına ve toplumbilimcilere göre erkek cinsi; en güzel, en akıllı, en fedakar, en becerikli kadınları bile günün birinde aldatıyor. Konu buralara geldiğinde erkeklerle kadınlar arasında yaşanan en ateşli münazara, aldatmanın tanımına nelerin girip girmediğinde olur, bu apayrı bir yazı konusu.. Geçtiğimiz hafta boyunca benim aklımı kurcalayan soru ise şuydu: Bir hemcinsinizle aldatılmak mı daha üzücü, sevgilinizin sizi eşcinsel bir ilişki ile aldatması mı?

Ayşe Özyılmazel’in itirafı, magazin basınının pek çok renkli mensubunun üzerine vazifeymiş gibi konuyla ilgili görüş belirtmesine neden oldu. Kimileri "Aldatma aldatmadır, kadın ya da erkek fark etmez" gibi bir yanıt veriyor. Samimiyetsiz buluyorum; geçiniz. Sevgilisinin kendisini bir kadınla aldatmasını tercih edenler çoğunlukta, aksi takdirde yaşayacakları travmanın çok daha büyük olacağını düşünüyorlar. Bazıları ise, bir erkekle aldatılmanın kendilerini üzmeyeceğini söylemeye kadar vardırmış işi.

Başka bir kadınla aldatılan bir kadın, otomatikman kendini rakibesiyle kıyaslamaya başlar. Kendisinden daha güzel/havalı/çekici/iyi huylu vesaire olarak gördüğü bu kadını, kendi sevdiğinin yanında gördükçe; kendine güveni büyük bir hızla erimeye;  öfke ve nefreti, korkunç bir yetersizlik hissiyle birlikte ruhunu esir almaya başlar. Durmadan sebep arar kadın, problemin sevgilisini aldatmaya cüret ve cesaret eden bir insanın zaten kendisinde olduğunu asla kabul etmez; hep bir sebep arar... “Daha güzel olsaydım/daha az dırdır yapsaydım/ 5 kilo vermiş olsaydım... böyle olmaz mıydı acaba?” Bu travma malesef, kadında önce kendine sonra da karşı cinse yıpratıcı bir güvensizlik yaratır ve bu değerli hatıranın izleri kadının sonraki ilişkilerinde bile gizli bir sorun olmaya devam eder.

Öte yandan bir erkekle aldatılma senaryosunda şahane bir kaçış var. O güne kadar eşcinsel ilişkilere son derece saygılı görünen, “ay benim çok gay arkadaşım var” cümlesini yerli yersiz kullanmayı marifet sayan, eşcinsellere kendisine fotoğraf çektirmeye gelen hayranına sarılan artist yapmacıklığında sevgi ve muhabbet gösteren o kadınlar; bir anda eski sevgililerini sapık ve anormal addederler. “Sorun adamdaymış şekerim, zaten kadın istese benden daha iyi kimi bulacaktı ki? Meğer adam erkek istermiş”ten başlayarak bunun çok daha hazımsız ve seviyesiz versiyonlarına varana kadar pek çok teselli cümlesiyle kadın, bu konuyu zaman içinde bir sohbet malzemesi haline bile getirebilir.

Adil ve tarafsız bir bakış açısıyla, aldatılmak zaten başlı başına bir insanı ilişkide en çok incitebilecek hareketler arasında; ve gerçekten kadın ya da erkek olması aslında fark etmemeli. Ama o işler öyle olmuyor işte. Kişi kendisini aldatan kişinin yeni tercihini, kendiyle ne kadar kıyaslayabildiğine muhakkak bakıyor. Ve böyle hassas konularda da başına gelmeden fikir belirtmek, gerçekten boş oluyor!

Bilimadamlarının dediği gibiyse, aldatılmak her kadının er ya da geç başına gelecekse eğer, acaba yakalamamak, duyup bilmemek en güzeli mi?

13 Nisan 2011 Çarşamba

Bu Pazartesi Kesin Başlayanlara Dev Hizmet!


“Önümüzdeki yaza kesin mini etek giyicem; gidecek bu kilolar..” “Bu bana yapılır mıydı ya, bir daha aramiicam; ararsa açmiicam bile!” “Festival programından yirmi tane film işaretledim, hepsini izliicem bu sene mutlaka” “Sabahları erken kalkıp sahilde yürüyüş yapıcam; bak şimdi 7’de uyansam; çeyrek geçe evden çıksam...”

Sizin hiç olmadı mı, kendi kendinize böyle sözler verdiğiniz? Ya da bir arkadaşınıza mesela? Genelde bu tarz sözler, “bu yıl kesin”ler, “mutlaka”lar birkaç gün, bilemedin 1-2 hafta içinde yalan olur. Belirli bir süre sonra hiç olmamış gibi o sözü baştan vermeye kalktığınızda sizi yüzlemeyendir zaten aranan dost. “Hadi len!” demeyendir. Benim basbayağı ateist bir arkadaşım, Kur’an’a el bile basmıştı “Bir ay boyunca çikolata yemeyeceğim” diye. Kibar bir kız olduğum için gülmemiştim kendisine.

Biraz alışınca insan bu duruma, bir süre sonra daha ağzından çıkarken bile neler olacağını gözünün önüne getirebiliyor. O yürüyüşe hiç gidilemez sabah uykusundan feragat edilip; o hobi kursları hoş bir hatıra olarak kalır; zaten bir sonraki Pazartesi de kesin ayın 1’ine denk geliyordur, iyisi mi o zaman başlamalıdır rejime..

Her derde deva internet camiası, bu yaraya da parmak basmış ve gayet acımasız, affetmez, sanal bir dost yaratmış bizlere. Stickk.com, verdiği sözlere artık arkadaşlarının bile itibar etmediği hevesli müteşebbisler için birebir! Siteye kaydolduktan sonra, kendinize bir hedef seçiyorsunuz. Kilo vermek, sigarayı bırakmak, düzenli egzersiz yapmak gibi çoktan seçmeli hedeflerin birini tercih edebiliyor, veya kendi kişisel hedefinizi oluşturabiliyorsunuz. Saç uzatmak, sevgili bulmak, iş bulmak, para biriktirmek de kullanıcılara ilham vermek adına listelenmiş öneriler arasında..

Hedefinizi oluşturduktan sonra sitenin önünüze koyduğu tabloda işin ciddiye bindiğini anlıyorsunuz. Hedefinizle ilgili bazı süreler, limitler, koşullar ve ara hedefler belirleyerek kontratınızı oluşturuyorsunuz. Örneğin “10 kilo vermek istiyorum ve bunu 12 haftada gerçekleştirmeyi hedefliyorum, ve evet bu da haftada 830 g. eder”  ya da “8 hafta süreyle her gün 2 km. yürümeyi hedefliyorum” gibi. Koşullarda anlaştıktan sonra sıra para konuşmaya geliyor. Hedefinizi gerçekleştiremediğiniz her hafta için belirlediğiniz bir meblayı gözden çıkarıyorsunuz. Bu paraya ne mi oluyor? İlk seçenek, paranın belirlediğiniz bir hayır kurumuna bağışlanması.. İkinci seçenek daha ilginç; kültürel/siyasi/sosyal bir konuda sizle karşıt görüşte olan bir kurum seçiyorsunuz ve site paranızı bu kuruma bağışlıyor; yani kürtaj karşıtı koyu bir katolikseniz kürtajı destekleyen bir dernek, bireysel silahlanmayla mücadele ediyorsanız silahlı sporlara destek veren bir kurum, eşcinsel evliliği korkunç buluyorsanız eşcinsel evlilik savunucusu bir sivil toplum örgütünü seçerek; hedefinize ulaşma konusundaki hırsınıza başka bir boyut katabiliyorsunuz. “Anti-charity” yani insanların bağış oraya gitmesin diye hırs yapması hedeflenen kuruluşlar arasında G.W.Bush Presidential Library de olması hayli dikkat çekici. Üçüncü seçenek ise parayı önceden bildireceğiniz bir arkadaşınızın hesabına yönlendirmek; ki bu zaten “Var mısın ulan iddiasına?”nın 21. Yüzyıl versiyonuna karşılık geliyor sanırım. Site bu kontratı parasız yapma opsiyonunu da sunuyor, ancak hedefine para bağlayan kullanıcıların başarı oranlarının 3 kat fazla olduğu belirtiliyor.

Ardından yarış başlıyor. Kontratınızı yaparken belirttiğiniz sıklıkta rapor veriyor; kilo durumunuzdaki değişikliği ya da günde kaç adet sigara içtiğinizi bildiriyorsunuz. Hedefiniz doğrultusunda ilerleme kaydettikçe sizden herhangi bir ödeme alınmıyor. Hedefinizden şaştığınızda ise, paranız seçtiğiniz kurum veya kişiye anında gönderiliyor. Raporda verdiğiniz bilginin doğruluğunu onaylamak için kendinize bir kefil de seçebiliyorsunuz. Kefil sisteminin nasıl çalıştığı konusunu çok anlayamadım ama, zaten bu siteye yanlış beyanda bulunmakla uğraşacak biri “Ben nerde yanlış yaptım?” sorusunun cevabını burada aramamalı bence.

Fikir bana hem yaratıcı hem de eğlenceli geldi. Belki siz de kişisel bir hedefiniz için denemek istersiniz. Nisanın ortası geldi neredeyse, 2011 hedeflerine n’oldu sahi?


11 Nisan 2011 Pazartesi

Adab-ı Muaşeret


Ben çocukken sinema filmleri Türkiye’ye aylar, hatta seneler sonra gelirdi. Zaten öyle çocuk filmleri, 3D animasyonlar, popüler film yıldızlarınca yapılan seslendirmeler falan yoktu ya hani; kırk yılın başı çocuklara uygun bir film geldiğinde, ya da sinema sevdalısı annem o zaman çocuk aklımla anlamadığım, ama bugün bile hayal meyal hatırladığım filmlere beni götürdüğünde, benim için büyük olay olurdu.  Belki bugün sinemaya gittiğimiz sıklıkta, tiyatroya giderdik annemle ben çocukken. O yüzdendir ki, tiyatroda nasıl davranılması gerektiği konusundaki eğitimimi çok şükür, 5-6 yaşlarındayken aldım. Tiyatroda yüksek sesle konuşulmaz, bir şeyler yenip içilmez, acil bir durum olmadıkça yerinden kalkılmaz, oyuna geç kalınırsa ilk perdeye asla girilmez.. Çocuk aklımla bile anlamıştım ki, tiyatro denen şey sinemadan farklı. Hele evde, rahat koltuğunda ayağını uzatıp televizyon izlemekten tamamen farklı. Sebebi basitti; tiyatroda “Zeki Müren de bizi görecek”ti; sahnede oynayan gerçek bir insandı ve sanatına saygılı olmak, o salonda bulunmayı hak etmek adına, sahnedekilerin dikkatini dağıtacak, moralini bozacak, güç durumda bırakacak hareketlerden itinayla kaçınmalıydık.

Üzülerek görüyorum ki, ülkemizde yetişen herkes sahne sanatları konusunda benle aynı eğitimi almamış. Tiyatroda nasıl davranılır, sahnedeki sanatçıya ve diğer izleyicilere nasıl saygı gösterilir; bu konularda herkesin ailesi veya öğretmenleri benim kadar hassasiyet göstermemiş sanıyorum.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda en ön sıradan izlemekte olduğu “Genç Osman” isimli oyun sırasında sakız çiğnediği için sahnedeki oyuncu tarafından önce bakışları ve mimikleriyle uyarılmış, sonra da tiyatrocu, oyunu ve müziği kesmek suretiyle kendisini sözlü olarak uyarmış kendisini. Uyarının ardından oyunun ortasında salonu terk eden Erdoğan’ın bugün basın mensuplarına ilettiği yazılı açıklama ise hayli ilginç. Kendisi sahnedeki oyuncunun tepkisinin asıl sebebinin başındaki örtü olduğuna inanıyor. Sanatçıyı başörtüsüne tahammülsüzlük göstermekle suçluyor, ve hatta “sebebi meçhul ve saçma nefretini kusup kendi egosunu tatmin ettiğini” belirtiyor. Mektubun tamamını okumak isteyenler, mektubun hala apar topar kaldırılmamış olduğu birkaç internet sitesini ziyaret edebilirler.

Tüm meseleyi, basından takip ettiğim kadarıyla yorumlamaya çalışınca, aklıma tek bir ihtimal geliyor. Sanıyorum ki bu hanımefendi, sahnedeki sanatçıyı itham ettiği başörtü takıntısından, bizzat kendi muzdariptir. Aldığım görgü ve terbiye ile sebebini açık seçik görebildiğim bir tepkiyi, başörtüsüne yorma alınganlığını göstermesini biraz naif biraz da gülünç buluyorum. Toplumda birkaç yıldır dehşetle izlemekte olduğum, başörtü üzerinden yapılan bir sömürü var. Başkalarının inançları adına konuşmaya cüret eden bir takım insanlar var. İnsanları önce mağdur olduklarına ikna edip, sonra da bu mağduriyetten kurtarma vaatlerini veren bir siyasi parti var. Aynı siyasi parti ki, bugün açıklanan milletvekili listelerinde yer alan bir kadın adayın, başvurusunu yönetmeliğe uygun bir şekilde baş açık fotoğrafla yapıyorken, her nedense adayın temsil etmeyi hedeflediği coğrafi bölgeye bugün yerleştirilen açıkhava reklamlarında başörtülü fotoğrafıyla arz-ı endam ediyor.

Ben başörtüsü kullanmıyorum, yakın çevremde de kullanan hiç kimse yok. İnancı gereği başörtüsü kullanan bir insanla sohbet etme şansım olsa şu anda, inanç kadar kişisel bir meseleyi, kimsenin siyasi hedeflerine malzeme etmesine izin vermemeye davet ederdim kendisini. Kendinden başka kimsenin, onun inancı hakkında söz sahibi olmadığını anlatmaya çalışırdım. Çünkü inançla ilişkilendirilen bazı konuların siyasi hedef ve kişisel menfaatler için kullanılması sinirime dokunuyor.

Demek ki neymiş? Bazı medeni eğitimleri aile ya da öğretmenleri vermezse kişiye, verecek bir “ucube” bulunurmuş mutlaka...

7 Nisan 2011 Perşembe

Rüyanız Hayrolsun! -2


Çocukluğumdan beri tekrarlayan bir rüyam var.

O dönem hayatımda olan önemli bir olay – bir sınav, toplantı, doğumgünü, düğün, mülakat…- aniden gelip çatıyor. Yapmış olmam gereken hiç bir hazırlığı yapmadığımı fark ediyorum ve başımdan aşağı kaynar sular iniyor. Korkunç bir kalp çarpıntısı, soğuk terler ve kulağımda kendi sesim yankılanıyor: “Bunca zamanın vardı bu sınava çalışmak için, nasıl olur da kapak bile açmazsın? Bu doğumgünü için neden geçen haftadan hediye almadın? Mülakatta sana bu sorunun sorulacağını nasıl akıl etmedin? Bu aptal kıyafetle mi geldin düğüne, nasıl yeni bir elbise almazsın? Bu organizasyonun bugün olacağını biliyordun, neden haftasonu maniküre gitmedin? …..” Birbirinden anlamsız son dakika çözümleri yaratmaya çalıştıkça kendimi iyice kötü hissediyorum. Erimek, küçülerek yok olmak, kaybolmak istiyorum. Defalarca o günün gerçekten gelip gelmemiş olduğunu sorguluyorum, zamanın ne çabuk geçmiş olduğuna şaşırıyor, bunca zaman hiç bir hazırlık yapmamış olduğum için kendimi hepten hırpalıyorum.

Bu rüyaların sonuncusunu geçtiğimiz akşam kendi düğünüm için gördüm. Aylar geçivermiş ve düğün günüm gelivermiş; ne düğün yerimiz ayarlanmış, ne gelinliğim seçilmiş, saçımı bile yaptırmamışım; annem ve tanımadığım iki insanla düğünüme giden bir arabanın içindeyim. Kendimi arabadan aşağı atmak istiyorum. Uyandığımda çarpıntım, kalbimin sesini dışarıdan duyurabilecek şiddetteydi ve ağlamaklıydım.

Bu rüyamı bir arkadaşıma anlattığımda, “Ne şimdi, rüya mı bu, bana senin günlük hayatından bir kesit gibi geldi” dedi.

Rüyalarınıza dikkat edin. Hakkımızda çok şey söylüyorlar.


Fotoğraf: Maelle Andre