11 Nisan 2011 Pazartesi

Adab-ı Muaşeret


Ben çocukken sinema filmleri Türkiye’ye aylar, hatta seneler sonra gelirdi. Zaten öyle çocuk filmleri, 3D animasyonlar, popüler film yıldızlarınca yapılan seslendirmeler falan yoktu ya hani; kırk yılın başı çocuklara uygun bir film geldiğinde, ya da sinema sevdalısı annem o zaman çocuk aklımla anlamadığım, ama bugün bile hayal meyal hatırladığım filmlere beni götürdüğünde, benim için büyük olay olurdu.  Belki bugün sinemaya gittiğimiz sıklıkta, tiyatroya giderdik annemle ben çocukken. O yüzdendir ki, tiyatroda nasıl davranılması gerektiği konusundaki eğitimimi çok şükür, 5-6 yaşlarındayken aldım. Tiyatroda yüksek sesle konuşulmaz, bir şeyler yenip içilmez, acil bir durum olmadıkça yerinden kalkılmaz, oyuna geç kalınırsa ilk perdeye asla girilmez.. Çocuk aklımla bile anlamıştım ki, tiyatro denen şey sinemadan farklı. Hele evde, rahat koltuğunda ayağını uzatıp televizyon izlemekten tamamen farklı. Sebebi basitti; tiyatroda “Zeki Müren de bizi görecek”ti; sahnede oynayan gerçek bir insandı ve sanatına saygılı olmak, o salonda bulunmayı hak etmek adına, sahnedekilerin dikkatini dağıtacak, moralini bozacak, güç durumda bırakacak hareketlerden itinayla kaçınmalıydık.

Üzülerek görüyorum ki, ülkemizde yetişen herkes sahne sanatları konusunda benle aynı eğitimi almamış. Tiyatroda nasıl davranılır, sahnedeki sanatçıya ve diğer izleyicilere nasıl saygı gösterilir; bu konularda herkesin ailesi veya öğretmenleri benim kadar hassasiyet göstermemiş sanıyorum.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda en ön sıradan izlemekte olduğu “Genç Osman” isimli oyun sırasında sakız çiğnediği için sahnedeki oyuncu tarafından önce bakışları ve mimikleriyle uyarılmış, sonra da tiyatrocu, oyunu ve müziği kesmek suretiyle kendisini sözlü olarak uyarmış kendisini. Uyarının ardından oyunun ortasında salonu terk eden Erdoğan’ın bugün basın mensuplarına ilettiği yazılı açıklama ise hayli ilginç. Kendisi sahnedeki oyuncunun tepkisinin asıl sebebinin başındaki örtü olduğuna inanıyor. Sanatçıyı başörtüsüne tahammülsüzlük göstermekle suçluyor, ve hatta “sebebi meçhul ve saçma nefretini kusup kendi egosunu tatmin ettiğini” belirtiyor. Mektubun tamamını okumak isteyenler, mektubun hala apar topar kaldırılmamış olduğu birkaç internet sitesini ziyaret edebilirler.

Tüm meseleyi, basından takip ettiğim kadarıyla yorumlamaya çalışınca, aklıma tek bir ihtimal geliyor. Sanıyorum ki bu hanımefendi, sahnedeki sanatçıyı itham ettiği başörtü takıntısından, bizzat kendi muzdariptir. Aldığım görgü ve terbiye ile sebebini açık seçik görebildiğim bir tepkiyi, başörtüsüne yorma alınganlığını göstermesini biraz naif biraz da gülünç buluyorum. Toplumda birkaç yıldır dehşetle izlemekte olduğum, başörtü üzerinden yapılan bir sömürü var. Başkalarının inançları adına konuşmaya cüret eden bir takım insanlar var. İnsanları önce mağdur olduklarına ikna edip, sonra da bu mağduriyetten kurtarma vaatlerini veren bir siyasi parti var. Aynı siyasi parti ki, bugün açıklanan milletvekili listelerinde yer alan bir kadın adayın, başvurusunu yönetmeliğe uygun bir şekilde baş açık fotoğrafla yapıyorken, her nedense adayın temsil etmeyi hedeflediği coğrafi bölgeye bugün yerleştirilen açıkhava reklamlarında başörtülü fotoğrafıyla arz-ı endam ediyor.

Ben başörtüsü kullanmıyorum, yakın çevremde de kullanan hiç kimse yok. İnancı gereği başörtüsü kullanan bir insanla sohbet etme şansım olsa şu anda, inanç kadar kişisel bir meseleyi, kimsenin siyasi hedeflerine malzeme etmesine izin vermemeye davet ederdim kendisini. Kendinden başka kimsenin, onun inancı hakkında söz sahibi olmadığını anlatmaya çalışırdım. Çünkü inançla ilişkilendirilen bazı konuların siyasi hedef ve kişisel menfaatler için kullanılması sinirime dokunuyor.

Demek ki neymiş? Bazı medeni eğitimleri aile ya da öğretmenleri vermezse kişiye, verecek bir “ucube” bulunurmuş mutlaka...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder