28 Şubat 2011 Pazartesi

Güneş Sirki ile Harikalar Diyarında


Bir çocuktan sirk resmi çizmesini isterseniz, size bir sirk çadırı çizecektir. Hepinizin bu cümleyi okurken gözünün önüne gelenden.. Üçgensi bir çatının altında, kırmızı beyaz çizgileri olan bir çadır. Hepimizin bilinçaltında yer alacak kadar ikonik olan bu muhafazanın yüzyıllar boyunca, şehirden şehre gezen sirklere çatı olması tesadüf değildir. Göz alıcı renklerle insana içerde kaçırılmaması gereken bir seyirlik olduğu hissini veren bu geçici yapı oldukça davetkardır. Doğuşu 18. Yüzyılın sonlarına dayanan sirk kavramı, İngiltere’den tüm dünyaya yayılmış olan değişmez formatın 
sembolüdür. Klasik bir sirk çadırının içinde olanları ise tahmin etmek, oldukça mümkündür: Eğitimli hayvanların etkileyici performansları, akrobasi gösterileri ve neşe unsuru olarak palyaçolar.

Cirque du Soleil - Dralion
1983 yılında Kanadalı iki sokak sanatçısı tarafından kurulan ve bu zaman zarfında dünyada 20’yi aşkın farklı gösteriyle 100 milyonun üzerinde seyirciyle buluşmuş olan Cirque du Soleil, alışılagelmiş bir sirkten çok daha fazlasını vaad ediyor.

30 yıldan az sürede bir gösteri topluluğundan milyar dolarlık bir şirkete dönüşen Cirque du Soleil, oyunun kurallarını baştan yazıyor. İlk bakışta Güneş Sirki’ni, hani o aklımıza gelen kırmızı-beyaz çadırın içindekinden ayıran en önemli unsur hayvanların eksikliği gibi görünse de Cirque du Soleil, hem kültürel olarak incelenmeye değer bir vaka, hem de 20. Yüzyılda yaratılmış en önemli iş modellerinden biri bana kalırsa.

Cirque du Soleil, 2 asrı aşkın süredir benzer kurgularla faaliyet göstermekte olan, doygunluğa ulaşmış ve hatta düşüşe geçmiş bir iş kolunda ortaya konmuş, gerçek bir inovasyondur. Klasik sirklerin en dikkat çekici unsuru olan eğitimli hayvanları 
Cirque du Soleil - Saltimbanco
resmin dışına çıkarmanın yanı sıra, klasik bir sirkte peş peşe sıralanacak akrobası gösterileri hatırı sayılır oyunculuklarla gelişmiş bir hikaye kurgusu içine oturtuluyor. Tek başına izleyicileri büyülemeye yetecek olan dans, müzik ve kostümler, aslında sadece sahnedeki gösterinin seyircilerde yaratacağı dehşeti hafifletmeye hizmet ediyor.

Yetişkinler için hazırlanmış bu hayal dünyasında 1000’den fazlası sanatçı kadrosunu oluşturmak üzere 40 milletten 4000’in üzerinde insan görev alıyor. Üstelik Cirque du Soleil, yalnızca gösterileriyle değil, başka alanlardaki faaliyetleriyle de hayranlarına dokunmaya devam ediyor. Gösteri DVD’leri ve hatıra ürünleriyle milyonlarca insanın evine giriyor; Reebok ile yaptıkları ortak çalışmada ortaya çıkardıkları “Jukari Fit to Fly” ile; sirk anlayışını baştan yazdıkları gibi, yepyeni bir spor icat ediyorlar. Cirque du Soleil’in2007 yılında “Ernst&Young Yılın Girişimcisi” ödülüne layık görülen kurucusu Guy Laliberte, tarihe “eğlencenin ve performansın tanımını dünya çapında yeniden yazan adam” olarak geçti bile.

Cirque du Soleil - Quidam
İki gösterilerini canlı, onlarca gösterilerini ise DVD’den izlemiş bir Cirque du Soleil hayranı olarak, şahit olduğum ilk canlı performansları olan Alegria’da gözyaşlarımı tutamadığımı itiraf etmeliyim. Dünyanın dört bir yanından gelmiş bir grup insanın, takım arkadaşları ile koordinasyonları, birbirlerine duydukları güven ve yıllar süren eğitim ve emekle kendi bedenleri üzerinde kurdukları hakimiyet beni büyüledi. Bir ekip olmanın, beylik firma eğitimlerinde kendini arkadaki insanın kollarına bırakmakla edinilemeyecek kadar kıymetli bir meziyet olduğunu düşünen yoktur umarım. Ben bu sanatçıların kendilerine de birbirlerine de duydukları güveni sıkı bir disiplin, eğitim ve egosuzluğa bağlıyorum. İzleyicilere çığlık attıracak performansları sadece insan bedenini kullanarak yapmak için yeteneğin yeterli olduğunu düşünmüyorum; bu yetenekli sanatçıların her biri aylar boyunca hem bireysel hem de bir takım olarak ağır eğitimlerden geçerek izlediğimiz muazzamlığa ve ahenge ulaşıyor olmalılar. Metrelerce yükseklikten aşağı serbest düşüşte isen, düştüğün yerde kaç santim yanında hangi arkadaşının sana kaçıncı saniyede elini uzatacağını gözü kapalı 

bilmek; gerçekten bir ekip olmak demek.. İzleyicinin gözünü alan rengarenk kostümler ve hiç durmayan devinim içinde partnerini bulmak, onlarca kişinin büyüleyici bir ritm ve simetri ile hareket etmesi aylar, belki yıllar boyunca yılmadan çalışmak demek.. Ve her biri tartışılmayacak derecede yetenekli olan bu sanatçıların bireysel performanstan ziyade ortaya çıkan dev tablonun bir detayını oluşturması, kişisel egolardan sıyrılmanın tanımı gibi.

Onlarla bir tek gün de olsa geçirmek, enfes kostümlerinden sıyrıldıkları sahne arkasına süzülmek, her birinin hikayesini dinlemek için neler vermezdim.

Cirque du Soleil - Saltimbanco

21 Şubat 2011 Pazartesi

A Day Made of Glass






Hayatımızın çok da uzak olmayan bir gelecekte bu videodaki gibi olacağına inanabiliyor musunuz? Bana çok imkansız görünmüyor. Nasıl laptoplar, tablet PC’ler ve akıllı telefonlar bulunduğumuz her yeri ofisimiz haline getirdiyse, bunlar sayesinde evini sırtında taşıyan kaplumbağalar gibi olabildiysek; birkaç yıl içinde bulunduğumuz her ortam hayattaki tüm bilgilerimizi çağırabileceğimiz, küçük parmak hareketleriyle dökümanlarımızı paylaşabileceğimiz yüzeylere dönüşecek. Çok heyecan verici, bir o kadar da korkutucu. Bilgi güvenliği ve özel hayat gizliliği son bulacak sanırım, “İsviçreli bilim adamları”nın da henüz bu konuyu çok umursadığını sanmıyorum.

VHS ve betamax'larda kayıtlı çocukluk videolarım bulunduğu için,  bir gün bir açık artırmada yüz binlerce dolar karşılığı satıp köşeyi dönmeyi planladığım Walkman’lerimi hala sakladığım için, vapur düdüklü ICQ yüzünden ev telefonumuz dakikalarca meşgul kaldı diye babamdan fırça yediğim için, sarı ekranlı takoz cep telefonlarından birine sahip olmayı çılgınca arzuladığım o günleri dün gibi hatırladığım için, floppy disk’lere kayıtlı dosyalarda olduğunu iddia ettiğim ödevlerimi Üniversitede hocama teslim edip “A-aa bozulmuş demek!!” yalanını söyleyerek birkaç gün daha kazanabildiğim için; korkunç hızı ve gelişimiyle teknoloji beni hala daha bir şeylere şaşırtabildiği için kendimi şanslı sayıyorum.

Muhteşem bir çağa şahitlik ediyoruz. Keyfini çıkarın!

18 Şubat 2011 Cuma

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker’e Açık Mektup



Sizin gibi bir insanla aynı ülkeyi, aynı dünyayı paylaştığıma,aynı havayı soluduğuma bile inanmak bana güç geliyor. Hele de sizin bir eğitimci olduğunuz gerçeğini, gelecek nesillerin dünya görüşünün, değer yargılarının ve muhakeme yeteneklerinin sizin gibilerin ellerinde şekillendiğini hatırladıkça ürperiyorum.

Tecavüz; bir insanın diğer bir insana karşı işleyebileceği en büyük suçlardan, gösterebileceği en büyük şiddetlerden biridir. Tecavüz suçunu işleyen kimse, bu suçu salt cinsel dürtüsünden değil; psikolojik veya sosyal bozukluğundan dolayı işler. Dolayısıyla, tecavüze herhangi bir dekoltenin sebep gösterilmesi mümkün değildir; insan demeye utandığım bazı mahlukların bırakın dekolte giyen kadınları; bebek sayılacak çocuklara, yatalak hastalara karşı bu vahşeti gerçekleştirmesi; bu suçu işleyenin sağlıklı bir birey olmadığının göstergesidir. Tecavüze uğrayan kişinin, sadece bekareti ve/veya “tek eşliliği” değildir zarar gören; bedeni, ruhu, duyguları, cinselliğe bakışı ve kendi bedeniyle olan ilişkisi, onarılması güç bir şekilde hırpalanır...

Kadın bedeni; canı çekti diye dileyenin gidip bir parça koparabileceği bir yemek değildir Orhan Bey. 
İnsanın bedeni evidir; bir yabancının canı öyle istedi diye arabayı durdurup faydalanabileceği bir tesis değil.

Sizin de bir eğitimcisi olduğunuz İslam dininin şartlarından biri değil midir, insana nefsini törpülemeyi öğretmeyi hedefleyen oruç? Benim bildiğim kadarıyla kendi hür iradeleriyle oruç tutanlar; oruç ibadetinin altında yatan öğretiyi anlar ve önlerinde en sevdikleri yiyecek de yense bırakın canları çekmeyi; orucunu bozmayı aklına bile getirmezler. Kişinin kendi iradesini terbiye etmesidir çünkü dinin bize salık verdiği.. Karşına ne çıkarsa çıksın, doğru insan olmak, erdemli olabilmek ve erdemli kalabilmektir Allah tarafından tüm dinler aracılığıyla insanoğluna tembihlenen..

Sizi bir eğitimci olarak da, hatta bir insan olarak da ciddiye almadığımı belirtmek isterim. Verdiğiniz demeçten daha bile çok beni dehşete düşüren, bu milletin meclisindeki vekillerin, hele ki kadın vekillerin demecinize olan tepkisizliğidir. Tamamen kurgusal bir dizide yaşanan sevişme sahneleri yüzünden gençlerin ahlakından endişe edenler, sizin bu demecinizden ve demeciniz sonucunda kendi hayvani dürtülerini kontrol etme gereği duymayacak, bunu da bir din aliminin sözlerine dayandırarak içini rahatlatacak insanların olası hareketlerinden endişe etmiyorlar mı? Fatmagül’ün tecavüz sahnesini kaleme alanları da, çekenleri de, oynayanları da kendi tabiriyle “sapıklık”la suçlayan AKP İstanbul Milletvekili hanımefendinin sizing hakkınızdaki yargısını ben çok merak ediyorum mesela? Yoksa büyük bir memleket meselemizi çözüp, Fatmagül’ün suçunun ne olduğunu açıkladığınız için mi susuyor hepsi?

Dilerim Allahtan, talihsiz demecinizde andığınız korkunç olay, ailenizden ve çevrenizden hiç kimsenin başına asla gelmesin. Çünkü hiç bir kadın; tecavüz denen vahşet ve şiddet eylemini hak etmez. Dekolte tercih eden veya etmeyen hiç bir kadın...

10 Şubat 2011 Perşembe

Toplum için değil, kendim için sanat!



Valiz yapmam gereken yerde saatlerdir www.picassohead.com'da çılgınca eğleniyorum.
Picasso'nun resimlerinde kullandığı bazı temel öğeleri kullanarak kendi Picassohead'inizi oluşturabiliyorsunuz.
Ben postmodern bir saray soytarısı ilhamıyla yola çıkmıştım; iyi de gidiyordum ama sonuçta ortaya çıkan yaratık Napolyon'a daha çok benzedi.


Picassohead'imin Napolyon'a benzemediğini iddia eden varsa, belgesiyle gelsin. 
Varsa elinde Napolyon'la çekilmiş bir fotoğrafı olan; tartışalım. Yoksa biz susalım; Picassohead'lerimiz konuşsun.

Ben yokken bu sitede gönlünüzce oyalanın; birkaç gün yokum. Siz sanatınızı konuştururken, ben çok uzaklarda olacağım :) Fazla uzaklaşmayın, Salı günü geri dönüyorum.

İyi eğlenceler!

8 Şubat 2011 Salı

Rüyanız Hayrolsun!


Bu adamı hayatınızda hiç gördünüz mü? Ya da rüyanızda? Iyi düşünün…


Robot resimdeki adamın ilginç bir hikayesi var.

 2006 yılında New York’ta ünlü bir psikiyatriste danışan bir hasta; rüyalarına girip hayatıyla ilgili tavsiyeler veren, hiç tanımadığı bir adamdan bahsediyordu. Kadın, düzenli olarak rüyalarına giren bu adamdan çok rahatsızdı; üstelik adamı hayatı boyunca hiç görmediğine emindi. Hastasının rüyalarına giren kişiyi, geçmiş bir travmayla ilişkilendireceğine emin olan psikiyatrist, hastasından adamı tarif etmesini istedi ve robot resim çizildi.
Birkaç gün sonra, aynı psikiyatrist ziyaret eden başka bir hasta, korkuyla karışık bir merakla doktorun masasının üzerinde gördüğü robot resimdeki adamın kim olduğunu sordu; çünkü adamı sürekli rüyasında görüyor, ancak kim olduğunu bilmiyordu.
Psikiyatrist bu ilginç tesadüf üzerine robot resmi birkaç meslektaşına gönderdi ve hastalarına robot resmi göstermelerini istedi. Birkaç hafta içinde farklı psikiyatristlerle görüşen dört hastadan daha benzer tepkiler geldi; hayatlarında hiç görmedikleri bu adamın sürekli rüyalarına girdiğine yemin eden hastalar, robot resmi görünce dehşeye kapılıyorlardı.
Önce Amerika’da, sonra uluslararası psikiyatri kuruluşları aracılığıyla tüm dünyada yayılan bu robot resim; dünyanın farklı ülkelerinden, farklı din, dil ve kültürlerden 2000’e yakın hastadan aynı reaksiyonu aldı.

Robot resimdeki rüya ziyaretçisinin gizemi dünya çapında büyüdü ve farklı teoriler ortaya atıldı.

Durumu klasik öğretilerle değerlendiren bazı psikiyatristler, Jung'un psikoanalitik teorisine göre robot resimdeki adamın kolektif bilincin yarattığı bir arketipten başka bir şey olmadığını savundular. Bu görüşe geçmişinde birbirine benzer travmalar bulunan insanların benzer rüyalar görmesi veya gördüklerini zannetmesi mümkün olabiliyor.

Konunun gizemi ortadayken, dini çevrelerin de topa girmesi kaçınılmaz oldu: Görüşünü bildiren bazı din görevlileri, büyük yaratıcının kendini bazı insanlara rüyalara bu surette gösterdiğine inandıklarını açıkladılar.

Bu konudaki en ilginç teori, hayal gücü kuvvetli olan kesimden geldi (ki ben bunların sonradan sinemacı olduklarını düşünüyorumJ) Bilimsel açıdan ispatı imkansıza yakın olan rüya sörfü teorisine göre, gerçek hayattan birisi, insanların rüyalarına girmeyi ve bu rüyaları yönlendirmeyi başarmış olmalı.

Bazılarıysa robot resimdeki adamın gerçek hayattan sıradan bir sima olduğunu, hepimizin her gün gördüğü pek çok insana benzediğini, bu yüzden de robot resmi doğrulayan hastaların rüyalarında gördükleri tanımadıkları insanı gören bu ortalama tipe benzettiklerini düşününmekle yetiniyor.

Hiçbir konudan eksik kalmayan komplo teorisyeni kimseler, şüpheciliği karakterinin bir parçası haline getirmiş olan bazıları, robot resmin insanlığı akıl hastasına çevirmek isteyen bir şebeke tarafından ortaya atıldığını ve uzun vadeli, hain bir planın ilk parçası olduğuna gerçekten inanıyor.

Konuyla ilgili görüşümü açıklamadan evvel çocukluğumdan bir anı paylaşmak isterim.

 Çocukluğumu geçirdiğim muhitte, küçük bir türbe dururdu bir yol kenarında. Kargacık burgacık bir el yazısıyla yazılmış “Bardakçı Baba Türbesi”  tabelasının altında duran mezar yeri boyutunda bir alanı çevreleyen yeşil demirlerle gelen geçen çul çaput bağlardı. Kendisinden hangi dilekleri dileyebileceğimiz konusunda bir malumatımız olmasa da, Bardakçı Baba 80’li ve 90’lı yıllarda Gayrettepe, Fulya civarlarında oturanlardan en azından bir Fatiha almıştır sanırım. 90’ların sonunda bu muhitten taşınırken muhit ile birlikte vedalaştığım Bardakçı Baba, birkaç yıl evvel yine karşıma çıktı; hem de hiç beklenmedik bir şekilde.

Günlük gazetelerde, belki bahsettiğim yıllarda Gayrettepe’de oturmuş olanlar dışında kimsenin dikkatini çekmeyecek kadar küçük yer bulan bu haber; 1968’de İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği’nden mezun olmuş bir grup arkadaşın günah çıkarması niteliğindeydi. Öğrencilik yıllarında, henüz Gayrettepe dutluk, Fulya da koruluk iken, ders çalışmak için korudaki müsait bir alanı tercih eden bir grup arkadaş, gırgır olsun diye buraya “Bardakçı Baba Türbesi” tabelası asmışlar, artık geyik ne kadar uzadıysa, fakültede kullandıkları yapay bir kafatasını da buraya gömmüşler. Kısa bir sure içinde yalancı türbenin mahalleliden büyük ilgi ve hürmet gördüğünü fark edince de utançtan ağızlarını açamamışlar. Içlerinden birine mevzu fena dert olmuş olacak ki, 2002 yılında utana sıkıla yaptığı açıklamada “Bardakçı Baba Türbesi” hakkındaki bu gerçekleri itiraf etti; ancak bildiğim kadarıyla bizim yalancı türbe hala eski yerinde, türbeyi çevreleyen araziye yapılan gökdelenin inşaat şirketinin biraz Bardakçı'nın biraz da mahallelinin tepkisinin korkusuyla yaptırdığı bir camekanın içinde..

Sözü fazla uzattım; bu robot resimdeki adamın da modern zamanların Bardakçı Babası olduğuna inanıyorum. Bana öyle geliyor ki, robot resim birileri tarafından, herkesin merakını uyandıracak bu hikaye ile ortaya atıldı. Artık forward mail olarak dünyayı dolaşması mı hesap edildi, internetin erişim hızını ispatlama deneyi miydi, yoksa sadece geyik miydi bilemem.. Sonuç olarak amca kadar ilgi gördü, o kadar ciddiye alındı ki, bunun saçma bir şaka olduğunu açıklamak için artık çok geç.. Muhtemelen robot resmin ve bu şehir efsanesinin yaratıcısı, bir yerlerden yarattığı etkiyi izleyip kıs kıs gülüyor.

En azından bana öyle geliyor.. Yine de büyük konuşmak istemem, maazallah, Bardakçı Baba falan çarpar..

7 Şubat 2011 Pazartesi

Aşk Tesadüfleri Sever Mi Hakikaten?



Aşk tesadüfleri sever mi hakikaten? Yoksa biz tesadüflere inanıp aşık olmayı mı severiz?

Gerçekten mutlu aşk yok mudur?  Sevip de kavuşamayınca mı olur aşk? Aşk olması için, iki insanın ruhunun birbirine ait olması için illa birlikte olmaları gerekir mi? Kriter nedir burada? Kaç yıldönümü kutlamış olmak, kaç kavga etmiş olmak gerekir?

Bir ilişki ne zaman biter? Ne olduğunda, ya da ne olmadığında veda zamanı gelmiş demektir?

Hayatta her borç kapanır mı peki? Tüm borçlarımızı ödeyerek mi gideriz bu dünyadan? Tüm hesaplar kapandığında mı gelir gitme vakti? Hayatta geçirdiğimiz her gün, bilmediğimiz bir borcumuzu ödemeyi beklediğimiz günlerden biri mi?

Ya küs gidenlerle kalan hesaplar nasıl kapanır? Küs gönderenler kendini mi affedemez, küstüğünü mü? Söyleyemediklerinden pişman olma korkusu, sadece söylediklerinden pişman olmuş olanlarda mı vardır?

Hepimizin hayatta bir çerçevesi var mı? Parasal, fiziksel, yazgısal? O çerçeve kadar mı hayat resmimiz? Kendi çerçevemizi çizemez miyiz? Çerçevenin içine yerleştirdiklerimiz midir önemli olan? Kendi hayatınızın bir fotoğrafını çekip o çerçeveye koyacak olsanız, hangi anı olurdu hayatınızın? Geçmişten bir an mı o, yoksa meçhul bir gelecekten hayali bir kare mi?

Tamamen tesadüflerden mi ibaret hayat; yoksa başımıza gelen her şeyin bir sebebi var mı?
Bir şeylere şükretmek için de kahrolmak için de hep erken mi acaba?

“Aşk Tesadüfleri Sever” filmi, beni yukardakiler gibi pek çok soruyla başbaşa bıraktı.
Film hakkında yazabileceklerim bunlarla ibaret. Bu soruların bendeki yanıtlarını bulmak için uzun uzun kendimle hesaplaşmam gerekecek.

Ama izninizle, önce biraz daha ağlayacağım.

3 Şubat 2011 Perşembe

Retronym


Dünya takibi imkansız bir hızla değişiyor ve gelişiyor, farkında mısınız?
Ben doğduğumda belki henüz fikri bile ortada olmayan bazı icatlar, bugün hayatlarımızın vazgeçilmez bir parçası.

Binlerce dolarlık hatları ve  bir somun ekmek ebatındaki cihazları ile cep telefonları hayatımıza girdiğinde olduğumuz yaşta olanlar; bugün onsuz bir hayatı düşünemiyorlar.
Mahalledeki tek telefon orada olduğu için bakkala telefona bağlanan bir neslin çocukları olan bizler, artık evlerimize sabit telefon bağlatmaya zahmet bile etmiyoruz mesela.

Bizden önceki kuşaklarda, bayramlarda, ismini fotoğrafların sağ alt köşesine yazan stüdyolara gidip fotoğraf çektirmek diye bir adet varmış. Bizim kuşaktaki her çocuk fotoğraf makinasını kurcalarken film haznesini yanlışlıkla açıp filmi yaktığı için azar yemiştir. Şimdinin çocukları ise, gözlerinin kapalı çıktığı kareyi tekrar edebildikleri bilgisine sahip oldukları için, aile albümlerindeki uyurgezerleri, fotoğrafı çeken münasebetsizin parmağıyla yarısı kaplanmış manzaraları anlamakta güçlük çekiyor olmalılar. Hoş, artık kimsenin evinde basılı fotoğraf yok. Zaten kimsenin ezberinde yakınlarının telefon numarası da yok.

Toplumsal değişim ve gelişimin en büyük yansıması ve kültür kavramının belkemiği olan dil, tüm unuttuklarımızı bir yere kaydediyor aslında.
Dünya üzerindeki dillere katılan yeni sözcükler, ironik bir şekilde, yeni icatlara, yeni olgulara ait olmuyor hep. Bilakis, yeni olgu eskisinin yerini o kadar çabuk alıyor ki; sözcüklerde geriye doğru bir türetme ihtiyacı doğuyor. Retronym dediğimiz kavram da tam olarak bu noktada insanlığa hizmet ediyor. Yani bir icat, bir kavram ya da bir olay toplum tarafından benimsendiğinde; ve onu anlatan sözcük bu yeni olgu için kullanılmaya başlandığında; eskisi için yeni bir kelime türetme veya eskisinin başına bir sıfat getirerek detaylandırma ihtiyacı doğuyor.

Karışık mı oldu? Şöyle düşünün:
Istanbul’a Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yapılmadan once Boğaziçi Köprüsü’ne kimse birinci köprü demiyordu, bir ikincisi yoktu çünkü.. Ya da Ikinci Dünya  Savaşı gerçekleşmeden once, bizim bugün “Birinci Dünya Savaşı” dediğimize, sadece “The Great War” demiş olmaları gibi..

Bilinen en popüler retronym örnekleri: Siyah-beyaz televizyon, sabit telefon, tükenmez kalem, sessiz film, analog kamera, normal doğum, Türk kahvesi, normal Cola, manuel vites...

Bugünlerde en sevdiğim oyun, geleceğin olası retronym’lerine kafa yormak J