5 Ocak 2011 Çarşamba

Türk kızının sporla imtihanı


"Ben Sporcunun Zeki, Çevik ve Ahlâklısını Severim." (Mustafa Kemal Atatürk)

Bizim kuşağın annelerinde, artık kendi kiloya yatkınlıklarını görüp önlem almak için midir nedir, evlatlarını bir spordan spora taşıma durumu vardı. Bizde de durum farklı değildi. Zavallı annem günün birinde beni olimpiyatlarda izleme arzusu taşır mıydı bilmem ama, vücut yapısı bakımından bana bıraktığı genetik mirastan duyduğu suçluluğun etkisiyle beni akla gelebilecek her spora yazdırdı.

Denediğim onca spor, bunalttığım bir ordu hoca, parasını yaktığım pek çok üyelikten sonra rahatça söyleyebiliyorum: Hayatta hiç bir spora yeteneğim yok.

Her Türk kız çocuğu gibi bale derslerinde ve balerin olma hayalleriyle geçirdiğim yuva yıllarımı saymazsak, hatırlayabildiğim en eski spor maceram yüzme. İlkokul birinci sınıfta dört arkadaş, ilerde eş dostla tatile gittiğimizde rezil olmayalım, stilli yüzelim diye, yüzmeye yazdırıldık. Tüm çocukluğu denizde geçmiş, video kayıtlarına göre yürümeden önce su üstünde durmayı öğrenmiş bir çocuk olarak bile bu metazori durumdan hiç hoşlanmadım. Dörtlü grubumuzun iki kişisi kollarının açısına odaklanmış vaziyette havuzu bir baştan bir başa gidip gelirken, en yakın arkadaşım ve ben – ki kendisi hala bu dörtlünün içinde en çok anlaştığımdır- yüzme derslerini havuzun bir köşesinde birbirimize su sıçratarak geçirdik. Anne fırçaları, hoca tarafından sevilmeyen öğrenci ilan edilme gibi tatsız hatıraların yanı sıra, hakikaten komik duruma düşmeden yüzmeyi öğrendik. Hala daha kimi tatil beldelerinde boğulurmuşçasına suda debelenen insanları gördükçe anneciğime teşekkür ederim içimden. Yüzme dersi hatıramızı, sınıfın o iki ineğinden birinin şu anda yaz tatillerini saçı bozulmasın diye denize girmeden geçirdiğini not düşerek bitiriyorum.

Yüzmeyi takip eden sene, az önce bahsettiğim dalgacı Mahmut ve ben, annelerimiz tarafından çok şık bir spor olduğuna karar verilerek tenise sürüklendik. Kendime özgü bir stille, “kortta yerinden bile kıpırdamadan sağa sola savurduğum kollarımla topu yakalarsam savurma” gibi bir sporu icra ediyor ve bundan zevk bile alıyordum ki hocamız aşırı kilo kaybından bitkin düştü ve derslere ara vermek zorunda kaldık.

Ortaokul yıllarında çok yaratıcı bir beden eğitimi hocamız vardı; ben daha bir basketi bile potaya denk getirmeyi başaramazken uzun atlama, gülle atma, badminton gibi iddialı hareketlerle sınıfça sınandık.
Allahtan ki parende, takla, denge tahtasında yürüme gibi yazlıkta büyümüş her çocuğun sahip olduğu birkaç marifetimle bu yılları da atlatmayı başardım. Aynı yıllarda okulumuzun kız hentbol takımının kalesini korumamı hocamızın bende keşfettiği özel bir cevhere değil, adam yokluğuna bağlıyor ve çok üzerinde durmadan geçiyorum.

Bugün bile hala bırak basket atmayı, kağıt attığım çöpü bile tutturamam. Bowlingde yan banttaki oyuncuların lobutlarını devirmişliğim vardır. Evde dart oynamaya kalksak, oku birinin iki kaşının ortasına saplarım diye korkarım. Yıllarca gururla solak oluşuma verdim bu beceriksizliğimi, ama dedim ya, bunca yıl sonra artık kabul ediyorum; hayatta hiç bir spora yeteneğim yok!

Lise sonda ders çalışmamak için her fırsatta kaçtığım sahil yürüyüşlerini saymazsak uzun süre spor defterini kapamıştım. Ta ki.... Kendimi bilmezmiş gibi, iş arama sürecinde artık boşluktan mıdır nedir, o zamanın en havalı spor merkezlerinden birine yazıldım. Hayattaki en istikrarlı spor maceralarımdan biridir, gerçekten tam dört ay neredeyse gün aşırı spora gittim. İş arama sürecim sonlandığında ise, artık o yanıma gelip gelip “yaz geliyor... bikini... bodrum... ehehe... öhöhö..” diyen antipatik eğitmeni daha fazla görmeye tahammülüm olmadığını hissedip sözsüz bir anlaşmayla bu defteri, üyeliğimin bitmesine 1 yıl 2 ay kala kapadım.

Hayatımın geri kalanında bir daha spora uzun vadeli para gömmemeye yemin etmiş, ve sporun hiç bir dalı için yaratılmadığımı artık kabullenmişken; benim için en uygun sporun gözümün önünde olduğunu fark ettim! Nasıl bugüne kadar aklıma gelmemişti Allahım, derhal yogaya başlıyordum! Gayet bilinçsiz bir seçimle katıldığım ilk derste öğretilmekte olan Yin Yoga; diğer yoga türlerinden de dingin, bir buçuk saat boyunca toplamda en fazla 10 yoga pozunun yapıldığı ve her pozda 5 ila 7 dakika kalınan, beni sakinleştiren ve mutlu eden bir spor çıktı. Sporun diğer dallarındaki yeteneksizliğime inat, son derece esnek bir insan olduğum yoga hocalarım tarafından da tasdik edildi ve ben ilk defa, bir spor ortamının en gözde öğrencisi olmanın gururunu yaşadım.

Allah için, yoga serüvenim hüsranla sonuçlanmadı; fırsat buldukça hala daha severek katıldığım bir hobi benim için. Bu yazıyı kaleme almamın asıl sebebi ise, yarın ilk defa hayatıma girecek olan ve kalıcı olmasını umduğum pilates.
Evet, yarın hayatımın ilk pilates dersine gidiyorum. Kendime çok güvenemiyorum, zira sabıkam kabarık; ama mümkün olursa uzun yıllar pilates yapmak istiyorum. Bu benim yıllarca diğer  sporlara bok atmak için kullandığım bir tezdi: “Spor yapanlar bırakmak zorunda kalınca çok yağlanıyolar, al bak işte, sürdüremeyeceksen hiç yapma daha iyi, ama pilates yapanlar öyle mi, bak 60 yaşında bile dal gibi oluyorlar, zaten pilates uzun kas çalıştırıyormuşmuş da, postür düzeltiyormuş da...... “ Yıllarca konuştun durdun, al bakalım  bu kez pilatesle imtihanını göreceğiz, ne kadar sürecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder