Makyaj yaptığında olduğundan başka bir şeye değil olduğunun en güzeline dönüşenler, merhaba.
Şiirlerden çok duvar yazılarına duygulananlar, nasılsınız?
Kendi evinin kokusunu her şeye tercih edenler, orda mısınız?
Kedi yavrularının ciddiyetle oynaşmasını sonsuza dek izleyebilenler, iyi misiniz?
Harita gördü mü gittiği yerlerle gitmek istediklerini, kalbine giden yolları gözüyle işaretleyenler, nerdesiniz?
Telefonu çalınca kötü bir haber alırım korkusuyla açamayanlar, n'aptınız?
Kalabalıktan sıkılanlar, bisiklete binmeyi unutanlar, kahveyi şekersiz içenler, çocukluğunu özleyenler, derdini anlatamayan derman bulamayanlar, karşılıksız sevenler, sıra beklemeyi bilenler, ayakları üşüyenler, yalnız değilsiniz.
20 Kasım 2016 Pazar
26 Ağustos 2016 Cuma
Beni aşka inandır, Lobster!
Toplum tarafından kabul edilen, onaylanan, kutsanan bir ilişkiniz olmadığı için kendinizi tuhaf, eksik, lanetli hissettiğiniz oluyor mu?
Peki duygularınızı ifade etmenin yasak olduğu bir evrende, yalnızca hayatta kalmak için mücadele eden vahşiler gibi yaşadığınızı düşündüğünüz?
David, yalnız kalmanın yasak olduğu, güvenlik görevlilerinin bekarlara suçlu muamelesi yaptığı evrendeki baş kahramanımız. Diğer bekarlar gibi, bir an evvel eşini bulması için bir otele yerleştiriliyor. Otelde kurallar katı; belirlenen sayılı gün içinde eşinizi bulamazsanız kendi seçtiğiniz bir hayvana dönüştürülüyorsunuz. Oteli çevreleyen ormana günlük av gezileri düzenleniyor, yaşamlarına tek devam etmeyi tercih edenlerin saklandığı bu ormanda avladığınız bekarları haklamış olarak dönerseniz, bu başarı otelde kalış sürenize gün sayısı olarak ekleniyor.
Otel tüm ziyaretçilerini tektipleştirmek için sayısız kurallarla bezenmiş olsa da, onlardan beklenen "dengi dengine" olan partneri bulmak. Çift olabilmek için en az bir ortak nokta bulma gerekliliği, ziyaretçileri olmadıkları kişiler gibi davranmaya, "mış gibi" yapmaya zorluyor - ki er ya da geç bunun fiziksel veya ruhsal olarak insana zarar verdiğini görüyoruz; alın size Lobster'dan ilk hayat dersi: Kendin gibi olamadığın, olmadığın biri gibi davranmaya çalıştığın her ilişkide çuvallarsın.
Otelde çift olmanın faydalarının didaktik anlatımına dair bölümler absürt olduğu kadar gerçekçi. Özellikle de sorunlarını kendi çabalarıyla çözemeyen çiftlere çocuk tahsis edilmesi, beni cidden güldürdü. Arada bir başımızı kaldırıp içinde yaşadığımız toplumun da her fırsatta bu dayatmayı yaptığını fark etmek lazım. Alın size Lobsterdan ikinci hayat dersi: Hayatta kalmak için gerçekten bir eş olmazsa olmaz mıdır? Kesinlikle hayır. Çocuk evliliği kurtarmak için mi yapılır? Umarım hayır.
Otelin kuralları katı dedim ya, işin ucunda hayvana dönüştürülüp ormana salınmak var - ve biliyoruz ki hayatta kalma içgüdüsü bu dünyadaki her arzudan daha güçlüdür. (Bunu Lobster'dan öğrenmediğim için hayat dersi olarak belirtmedim. Bizzat tecrübeyle sabittir.)
Bu yüzden David diyor ki kendi kendine; insanın hissetmediği halde hissediyor gibi davranması, hissettiği halde hissetmiyor gibi davranmasından daha zor, ve harekete geçiyor. Sahi hangisi daha zor? David, oteldeyken hayatta kalmak için sevmediği bir kadını seviyormuş gibi davranıyor; ormandayken hayatta kalmak için sevdiği kadını sevmiyormuş gibi. Bu arada toplumun onayladığı bir ilişki yaşadığında aşırı mutsuz, mutlu olduğu ilişkiyi yaşarken ise içinde yaşadığı topluluktan kabul görmüyor. Ve Lobster'dan bir hayat dersi daha geliyor; gerçi bu dersi daha önce Necatigil Usta'dan aldıysanız benim gibi; kredinin tamamını Lobster'a bahşetmek zorunda değilsiniz. Almadıysanız; google'a "Sevgilerde" yazın bir zahmet. Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kalmasın.
Bu evrende bekar olmak da zor. Toplumun baskıcı kurallarından kaçarak kendi tercihleriyle bekar kalanların özgürlük ve içtenliğin kitabını yazmasını beklerken, orda da başka acımasız kurallar devreye giriyor. Bekar olmak özgür olmakla eşleştirilmişse, özgürlüğün bedelini her an canınla ödeyebileceğini ve kimsenin seni gömmekle bile vakit kaybetmeyeceğini hiç unutmamalısın mesela. Buyrun hayat dersine: yalnız geldik, yalnız gideceğiz. Duygularını göstermek hatta duygu beslemek zaten tamamen yasak. Yalnızlıklarını kutsarken korkuları o kadar ağır basıyor ki, o bencillikle kendileri gibi olanları çiğneyip geçebiliyorlar. Bekar hayat, ölmemek için öldürenleri anlayışla izlediğimiz bir vahşi yaşam belgeseli. Dikkatli bakınca, yalnızların dünyası aslında çiftlerinkinden bile daha faşizan.
Filmde iki güçlü distopya tasviri var yani. Ve ikisi arasındaki çatışmanın belirgin bir üstün tarafı yok. Yalnızlar mı çiftlere tahammül edemiyor, çiftler mi yalnızlara? Kararsız kaldım. Can güvenliğimi tehdit eden bir durumda sevmediğim birinin yanında olmadığım biri gibi yaşamayı tercih eder miydim? Bir "Umarım hayır" daha.
Filmin finali, senaryonun zirvesi. O kadar da spoiler vermeyeyim, buraya kadar okuduysanız merak edip izlersiniz filmi herhalde. İzleyici iki ihtimal arasında kalıyor, finalin ucu açık. İzleyenler kendi akıllarına yatan finale bakarak aşka inanıp inanmadıklarını test edebilirler. Görünen o ki ben inanmayanlardanmışım. Ama en azından, aşık olmadığım birinin yanında "mış gibi" yaparak kalma ihtimalini de aklıma getirmiyormuşum.
Filmde o kadar çok metafor ve mesaj var ki hepsini tahlil etmeye kalksam sayfalarca yazarım. Bir o kadar da benim göremediğim vardır. Bu arada bence film yalnızca romantik ilişkiler hakkında değil. Bana iş hayatına dair de çok şey düşündürdü. Kendinizi baskı altında hissettiğiniz her habitata kolayca uyarlamanın mümkün olduğu sembollerle dolu yüz on üç dakika.
Sayısız toplum ve düzen eleştirisinin yanında, bir gün kendimi böyle bir evrende bulursam ve ruh
eşimi bulamazsam hangi hayvana dönüştürülmek isterdim'i de düşünüyorum. Henüz bulabilmiş değilim. Lobster yine 90'a takıyor: İnsan gibi duygusuz olacağına hayvan gibi düşüncesiz ol. Hem ilk anda dehşete düşüren bir ihtimal olsa da, hayvana dönüştürülmeden önceki son dileği sorulan karakterle aynı anda şunu fark ettim: olur da bir gün bir sebeple hayvana dönüştürülürsem, güzel bir kitap okumak ya da film izlemek dışında mahrum kalınacak pek bir şey de yok yani. Merakta kalanlar için bir de test hazırlamış filmin yapımcıları sağolsun, isteyen denesin.
http://thelobster-movie.com (Ben baykuş çıktım.)
Ve Lobster'dan son bir hayat dersi: İnsanoğlunun bir çiftin yarısı olma ihtiyacı, en çok sırtınızda kendi erişemediğiniz bir noktaya merhem sürmek gerektiğinde ortaya çıkar.
1 Ağustos 2016 Pazartesi
Dünyanın En Güzel Kokusu
Biraz önce “Dünyanın en güzel
kokusu” adlı filmi izledim. Şubat
ayında vizyona girdiğinde afişinin önünden gözlerimi devirip geçtiğim filmi bugün merak edeceğim
tuttu. Hayat sürekli cevap aradığımız
sorularımızın üstüne üstüne mi çalışıyor,
biz mi baktığımız her yerde bir
mânâ görüyoruz bilmiyorum ama muhtemelen ben bu film üzerine çoook düşündüm. Belki filmi yazandan, çekenden, karakterlerine hayat
verenlerden bile çok düşünmüşümdür.
Evlenmek ve çocuk sahibi olmak
Türkiye'de çok acımasız bir toplumsal baskı. Evlen(e)meyene kusurlu, çocuk
sahibi olamayan veya olmayı tercih etmeyene eksik gözüyle bakıldığı kesin. Bugüne kadar gittiğiniz düğünleri bir düşünün: En
kariyerinin peşinde, en özgürlüğüne düşkün sandığınız kadınların bile o ışıltılı
nikah masalarında nikah cüzdanını sallarken görüntülerine şahit olduysanız ne demek istediğinizi anlarsınız. Şahsen bu
sahneyi feci derecede utanç verici buluyorum.
Orada bulunduğum için ahkâm kesebilirim, o nikah anı ortalama bir “topluluk
önünde konuşma yapma” anının 75 katı filan daha
gergin. Güzel, zarif ve mutlu görünmen gerekiyor, içinden geçtiğin duygu fırtınasını durdurup ve aklından geçen milyon sesi
susturup o ana konsantre olman, bir yandan da kibar kibar gülümsemen gerekiyor.
Bu arada üzerinde ağır bir elbise, ayağında topuklu ayakkabılar var, herkes sana bakıyor ve hatta senin
fotoğrafını çekiyor! Lafı çok uzattım,
demem o ki demin tasvir ettiğim hareketi
yapanların ciddi bir bölümünün elini kolunu ve o ilkokul karnesi boyutundaki
evlilik cüzdanını nereye koyacağını
bilememekten o eğreti hareketi yaptığını düşünüyorum.
Şahsen ben o sahnedeyken anneme babama, nikah açık havada olsun
diye tutturduğum için Kasım ayının soğuğunda paltolarına sarılmış gülümseyerek beni izleyen insanlara, komut veren fotoğrafçılara, geçmişime geleceğime bakarken aklımdan tek bir şey geçiyordu: Evlilik cüzdanı eline tutuşturulduğunda elinin alçıya filan alındığını hayal et, ‘başkaları
adına utanma’ denen o lanetli duyguyu yaşadığın sahnede bulma kendini sakın. Sakın ha sakın. Kınadığını yaşamadan ölmezsin.
Beni kerteriz almayın ben fazla kontrolcü bir tipim, genelde
kendimi ana teslim edemem, keşke o anda
kafamda bu salak düşünceye tutunacağıma aşırı bir coşkuya kapılsaydım da ne yaptığımın
farkında bile olmasaydım. Muhtemelen o anda sonradan utanacağım bir şey yapmış olsaydım da şimdiye geçmiş olurdu zira artık evli değilim.
Zaten düğün videomu da bir tek kere bile
izlemedim.
Artık evli değilim çünkü
evlilik, düğün anından ibaret değil.
Evlilikten önceki bilmem kaç yıllık (veya haftalık, bana ne!)
mutlu ilişkinizden de.
Düğününüzdeki ordövr tabağındaki meze sayısının, masalarda ne cins çiçeğin hangi vazoda sergilendiğinin,
gelinliğinizin yaka fistosunun tam olarak
hangi noktada durduğunun, o sinir olduğunuz Türkçe pop şarkısını düğünüzde zinhar çaldırmamayı başarmanızın,
mükemmel bir masa düzeni yapıp herkesi memnun etmenizin (öyle bir şey yok bu arada-unutun onu) falanın filanın... mutluluğunuza hiç bir katkısı yok. Üzgünüm.
Evinize aldığınız
mobilyaların, yemek takımının bilmem nelerin de.
İşin fenası, ben bunları evlenmeden de biliyordum.
Boşandıktan sonra fark etmedim yani.
Aslında çok mutlu olacağımı düşündüğüm bir evlilik yapmıştım. Öyle olmadı maalesef. Kısmet diyoruz, önümüze bakıyoruz.
Burada çok dramatik bir hikaye yok.
Dramatik olan;
Hayatın, tesadüflerin, kaderin,
Aşkın, aşka düşmenin, aşkta olmanın, arkadaşlığın ve geri dönüşü olmayan bazı
hamlelerin,
Büyük kararların, bizi büyük kararlara götüren küçücük
adımların, yıllar önce söylenmiş -veya
söylenmemiş– bir söz yüzünden değişen, kesişen, ayrılan, birleşen
yolların
tam ortasında duruşumuz.
Ve böyle değilmiş gibi,
sanki hayatımızı başkası
yazıyor da biz oynuyormuşuz gibi, daha fenası izliyormuş gibi atıl kalışımız.
K O R K U L A R I M I Z.
Ya sevmezse, ya sevmezsem, ya biterse, ya üzülürsem, ya öyle değilse, ya beni kırarsa, ya bana öyle gelmişse, ya düşündüğüm gibi değilse.
Öte yandan, bunları konuşunca/düşününce de insanın yabani atlar gibi özgürce koşası, duygularının güdümüyle yaşamaya başlayası, eline neşteri alıp göğsünü ortadan
ikiye ayırası ve içinden dökülenleri muhattaplarının avcuna bırakası geliyor.
Sonra? Sonra sabah oluyor işe gidiyoruz :) Şaka.. Sonra aklımız ihtimaller üretmeye başlıyor.
Hem hayatın en önemli
meselesi aşk değil zaten. Aşık olduğun insanla ömür geçirmek zorunda da değilsin. Deliler gibi aşık
olduğun ve hiç kavuşamadığın, hiç dokunamadığın insanla da muhteşem
bir hikayen olabilir, mevzu muhteşem
bir hikaye için yaşamaksa. Ama konumuz o değil. Filme dönelim, filmin bana düşündürdükleri de aşktan
ibaret değil zira.
Çocuk diye bir gerçek var ortada. Sahip olanı çıldırtan, bi’
acayip eden. Yaşamadan bilemezsin denilen ve öyle
de olduğuna emin olduğum. İnsana yapmam dediği her şeyi yaptıran, ettiği bütün büyük lafları yutturan. Nikah masasında evlilik cüzdanı
sallamak nedir ki zaten; Instagram annelerinin yanında! Ya da cep telefonundan
çocuğunun 7 dakikalık videosunu “bak
bak, bak şimdi” diye izleten iş arkadaşlarınızı bir hatırlayın.
Hatırladınız di mi? Siz asla yapmayacaksınız di mi çocuğunuz olursa bunları? Hı hı tamam.
Çocuk sahibi olmak o kadar romantik bir karar değil bence. Bugüne kadar aşık olduğum adamların hiç birinden çocuk sahibi olmak istemezdim. İstemedim de zaten. Öte yandan, hiç bir romantik duygu beslemediğim ama hayat duruşunu, değer yargılarını ve karakterini beğendiğim, kendime uygun bulduğum, onayladığım, arkadaşlığına kıymet verdiğim erkekler var şu an aklıma
gelen. Onlardan bir tanesinin çocuğumun
babası olmasını ister miydim? Hay hay, memnuniyetle. E onlardan biriyle sevgili
olmaya, evlenmeye, bir ömür (ya da bir süre) aynı hayatı paylaşmaya ne dersin? Orda duruyoruz hepimiz. Bi’ uzaklara dalıyoruz.
Kimden çocuk yapılır? Çocuğuna iyi ebeveyn olacak olana mı? Sen ebeveyn olmaya çalışırken sana iyi eş olacak
olana mı? En uzun süre birlikte olacağını
düşündüğüne mi? En güvenilir bulduğuna
mı? Sana bir şey olursa çocuğunu için en rahat emanet edebileceğin insana mı? (düşündüm de, bu mantıksız değil bu arada. ama
onu da çocuğu yapmadan bilmek mümkün mü?) Onsuz yaşayamadığına mı? Çocuğuna iyi gen, iyi gelecek, iyi ahlak, iyi terbiye, iyi örnek
sunmak adına kendi payına düşenin en
iyisini yapacak olana mı? Kime göre en iyi, sana göre mi? Peki sen onun “en
iyi”si değilsen ne olacak? Kim kime,
daha da önemlisi neden razı olacak?
Çocuk konusuna aşkı meşki karıştırmayı ilk kim akıl ettiyse iyi
halt etmiş.
Ha bu arada, benim için dünyanın en
güzel kokusu: deniz, yeni araba, frezya, soğanın
kavrulurken çıkardığı koku ve taze ekmek. Bir gün
çocuğum olursa inşallah, bu konuyu tekrar konuşuruz.
21 Mart 2016 Pazartesi
Mola yerinden notlar
*"A letter to yourself at the age of
eight" adlı bir
creative writing egzersizi olarak başlamıştı, derin bir hesaplaşma olarak
bitti. Cesaretimi
ve düşüncelerimi toparlayabilirsem bir mektup da 80 yaşındaki kendime
yazacağım.
Önünde duran hayat mükemmel olmayacak. Çok
güzel ve çok kötü günlerin olacak. En çok sevdiklerin canını en çok acıtacak.
En büyük mutlulukların bedeli olarak en derin acıları hissedeceksin. That’s
basically LIFE 101. Ama yine de her şeyin geçici olduğunu unutma. En iyi ve en
kötü olan her şey geçiyor, ilk günkü şiddetinde kalmıyor. Kararlarını işte o
şiddet günlerinde verme.
Hiçbir şey içinde kalmasın. Hep söyle.
Anlat. Sor. Yüzleş. İtiraf et. Bazen karşındaki senle aynı cesarette
olmayabilir, sezgilerinin sana apaçık söylediği gerçeği duyamayabilir, samimi
yanıtı alamayabilirsin karşındakinden. Boşver. Kendi içinden çıkarmış olmak
bile yeter. Kendi sesinden duymuş olmak. Elindeki tek kurşunu atmak ve silahın
boş kalıp hafifleyince, mecburen yola devam etmek. Reddedilmekten falan korkma.
O kadar mühim değil. What hurts most is the total agony of untold stories.
Ben yaklaşık 20 yıldır aynaya baktığımda
gördüğüm görüntüyü beğenmiyorum. Lütfen kilo alma.
Daha doğrusu hayattaki bütün gereksiz
yüklerinden kurtul. Canını yakan insanları, hele hele onların hayrına olan
gerekçelerle sakın hayatında tutma. Sana ait olmayan sorumlulukları üstlenme.
İnsanların sana nasıl davranacağına onlar
değil sen karar verirsin. Çünkü kimse sana senin izin vermediğin bir şeyi
yapamaz unutma.
Kendi kendine sakın kötü davranmaya
alışma. Acımasız olmaya alışma. Başkalarına gösterdiğin hoşgörünün sınırını
kendine gösterdiğinle aynı hizaya koy. Hangisini diğerinin seviyesine çekeceğin
vicdanına kalmış, kolay gelsin. Arada uçurum olunca ikisini kavuşturmaya çalışmak
çok zor oluyor.
Kendini affetmeyi öğren. Ben bunu
öğrenmeye çalışırken çok zorlandım, sonra bir gece yarısı derin düşüncelere
dalmışken bir anda aydınlandım: Kendini affetmek, suçlayacak başka birini
bulmak değil. Affet. Affet gitsin.
Kimsenin çöp kutusu olma. İnsanlar
seni doldukça gelip içlerinde birikenleri boşalıp ferahlayacakları sonsuz,
dipsiz bir kara delik olarak görmesinler.
Kimsenin prizi olma. İnsanlar yaşam
enerjilerini senden almasınlar. Senle vakit geçirmenin güzel olması, keyifli
olması, insanların senin enerjiin etrafında olmak istemesi başka; yanından
ayrıldıklarında sende kolunu kaldıracak hal kalmaması başka.
Kimsenin seni garanti görmesine izin
verme. Belki birkaç kişi. Ama onlara da açık çek ver. Seni garantiye almasına
izin verdiğin insanları hayatta hiçbir koşulda yargılama, sorgulama. Böyle
yaptıysa bir bildiği vardır de, geç. Bütün dünya karşısında dursa bile sen
yanında ol. Hatta bütün dünya karşısındayken sen önünde siper ol.
Zaten lütfen kimseyi yargılama. Senin işin
değil. Kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek senin haddine değil.
Kimsenin de seni yargılamasına izin verme, yargılamaya kalkanlara da prim
verme. Sakın ama sakın adına 24 yıl sonra “herkes hapishanesi” diyeceğin
bataklığın tutsağı olma.
Seni korkularının yönetmesine izin verme.
Nefesini tut, yola devam et. Büyük ihtimalle kötü bir şey olmayacak.
Kim olduğunu hiç unutma. Hayatta içinde
bulunabileceğin en kötü durum, hayatına bir an dışardan bakıp gördüğün
tablodaki baş kahramanı beğenmemektir. Tablonun geri kalan her öğesini bir
çırpıda değiştirebilirsin. Acılı, sancılı olabilir, zaman alabilir, yorabilir
yıpratabilir ama yaparsın. Ama sen kendinden uzaklaşmışsan, kendi özüne dönmek
sandığından uzun ve zor bir yolculuk. Ve inan en yıpratıcı olanı. Değiyor ama.
Yaklaştığını hissettikçe çektiğin bütün acılara değiyor.
Yardım istemekten lütfen çekinme. Vermeden
alamayacağın gibi almadan da veremezsin. Vermeyi, verici olmayı çok ulvi bir
erdem gibi anlatacaklar sana, sakın inanma. Asıl cesaret alabilmekte. Almak
içini açmak demek çünkü. İçindeki boşluğu, sendeki eksiği görmelerine izin
vermek demek. Almak için elini uzatmak demek, elini uzatmak, elinin boş
kalmasını göze almak demek.
Önündeki 24 yılda yaşayacağın üzüntüler ve
hayal kırıklıklarının hepsini biliyorum. Oradaydım ben. Seni hangisinden
korumak istiyorum? Hepsinden. Ve hiçbirinden.
Her şeye rağmen, it was worth the ride so
far.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)