1 Ağustos 2016 Pazartesi

Dünyanın En Güzel Kokusu



Biraz önce “Dünyanın en güzel kokusu” adlı filmi izledim. Şubat ayında vizyona girdiğinde afişinin önünden gözlerimi devirip geçtiğim filmi bugün merak edeceğim tuttu. Hayat sürekli cevap aradığımız sorularımızın üstüne üstüne mi çalışıyor, biz mi baktığımız her yerde bir mânâ görüyoruz bilmiyorum ama muhtemelen ben bu film üzerine çoook düşündüm. Belki filmi yazandan, çekenden, karakterlerine hayat verenlerden bile çok düşünmüşümdür.

Evlenmek ve çocuk sahibi olmak Türkiye'de çok acımasız bir toplumsal baskı. Evlen(e)meyene kusurlu, çocuk sahibi olamayan veya olmayı tercih etmeyene  eksik gözüyle bakıldığı kesin. Bugüne kadar gittiğiniz düğünleri bir düşünün: En kariyerinin peşinde, en özgürlüğüne düşkün sandığınız kadınların bile o ışıltılı nikah masalarında nikah cüzdanını sallarken görüntülerine şahit olduysanız ne demek istediğinizi anlarsınız. Şahsen bu sahneyi feci derecede utanç verici buluyorum.

Orada bulunduğum için ahkâm kesebilirim, o nikah anı ortalama bir “topluluk önünde konuşma yapma” anının 75 katı filan daha gergin. Güzel, zarif ve mutlu görünmen gerekiyor, içinden geçtiğin duygu fırtınasını durdurup ve aklından geçen milyon sesi susturup o ana konsantre olman, bir yandan da kibar kibar gülümsemen gerekiyor. Bu arada üzerinde ağır bir elbise, ayağında topuklu ayakkabılar var, herkes sana bakıyor ve hatta senin fotoğrafını çekiyor! Lafı çok uzattım, demem o ki demin tasvir ettiğim hareketi yapanların ciddi bir bölümünün elini kolunu ve o ilkokul karnesi boyutundaki evlilik cüzdanını nereye koyacağını bilememekten o eğreti hareketi yaptığını düşünüyorum.

Şahsen ben o sahnedeyken anneme babama, nikah açık havada olsun diye tutturduğum için Kasım ayının soğuğunda paltolarına sarılmış gülümseyerek beni izleyen insanlara, komut veren fotoğrafçılara, geçmişime geleceğime bakarken aklımdan tek bir şey geçiyordu: Evlilik cüzdanı eline tutuşturulduğunda elinin alçıya filan alındığını hayal et, ‘başkaları adına utanma’ denen o lanetli duyguyu yaşadığın sahnede bulma kendini sakın. Sakın ha sakın. Kınadığını yaşamadan ölmezsin.

Beni kerteriz almayın ben fazla kontrolcü bir tipim, genelde kendimi ana teslim edemem, keşke o anda kafamda bu salak düşünceye tutunacağıma aşırı bir coşkuya kapılsaydım da ne yaptığımın farkında bile olmasaydım. Muhtemelen o anda sonradan utanacağım bir şey yapmış olsaydım da şimdiye geçmiş olurdu zira artık evli değilim. Zaten düğün videomu da bir tek kere bile izlemedim.

Artık evli değilim çünkü evlilik, düğün anından ibaret değil. 
Evlilikten önceki bilmem kaç yıllık (veya haftalık, bana ne!) mutlu ilişkinizden de. 
ğününüzdeki ordövr tabağındaki meze sayısının, masalarda ne cins çiçeğin hangi vazoda sergilendiğinin, gelinliğinizin yaka fistosunun tam olarak hangi noktada durduğunun, o sinir olduğunuz Türkçe pop şarkısını düğünüzde zinhar çaldırmamayı başarmanızın, mükemmel bir masa düzeni yapıp herkesi memnun etmenizin (öyle bir şey yok bu arada-unutun onu) falanın filanın... mutluluğunuza hiç bir katkısı yok. Üzgünüm.
Evinize aldığınız mobilyaların, yemek takımının bilmem nelerin de.

İşin fenası, ben bunları evlenmeden de biliyordum.
Boşandıktan sonra fark etmedim yani.

Aslında çok mutlu olacağımı düşündüğüm bir evlilik yapmıştım. Öyle olmadı maalesef. Kısmet diyoruz, önümüze bakıyoruz. Burada çok dramatik bir hikaye yok. 


Dramatik olan; 

Hayatın, tesadüflerin, kaderin,
Aşkın, aşka düşmenin, aşkta olmanın, arkadaşğın ve geri dönüşü olmayan bazı hamlelerin,
Büyük kararların, bizi büyük kararlara götüren küçücük adımların, yıllar önce söylenmiş -veya söylenmemiş– bir söz yüzünden değişen, kesişen, ayrılan, birleşen yolların

tam ortasında duruşumuz.
Ve böyle değilmiş gibi,
sanki hayatımızı başkası yazıyor da biz oynuyormuşuz gibi, daha fenası izliyormuş gibi atıl kalışımız.
K O R K U L A R I M I Z.

Ya sevmezse, ya sevmezsem, ya biterse, ya üzülürsem, ya öyle değilse, ya beni kırarsa, ya bana öyle gelmişse, ya düşündüğüm gibi değilse.

Öte yandan, bunları konuşunca/düşününce de insanın yabani atlar gibi özgürce koşası, duygularının güdümüyle yaşamaya başlayası, eline neşteri alıp göğsünü ortadan ikiye ayırası ve içinden dökülenleri muhattaplarının avcuna bırakası geliyor. Sonra? Sonra sabah oluyor işe gidiyoruz :) Şaka.. Sonra aklımız ihtimaller üretmeye başlıyor.

Hem hayatın en önemli meselesi aşk değil zaten. Aşık olduğun insanla ömür geçirmek zorunda da değilsin. Deliler gibi aşık olduğun ve hiç kavuşamadığın, hiç dokunamadığın insanla da muhteşem bir hikayen olabilir, mevzu muhteşem bir hikaye için yaşamaksa. Ama konumuz o değil. Filme dönelim, filmin bana düşündürdükleri de aşktan ibaret değil zira.

Çocuk diye bir gerçek var ortada. Sahip olanı çıldırtan, bi’ acayip eden. Yaşamadan bilemezsin denilen ve öyle de olduğuna emin olduğum. İnsana yapmam dediği her şeyi yaptıran, ettiği bütün büyük lafları yutturan. Nikah masasında evlilik cüzdanı sallamak nedir ki zaten; Instagram annelerinin yanında! Ya da cep telefonundan çocuğunun 7 dakikalık videosunu “bak bak, bak şimdi” diye izleten iş arkadaşlarınızı bir hatırlayın. Hatırladınız di mi? Siz asla yapmayacaksınız di mi çocuğunuz olursa bunları? Hı hı tamam.

Çocuk sahibi olmak o kadar romantik bir karar değil bence. Bugüne kadar aşık olduğum adamların hiç birinden çocuk sahibi olmak istemezdim. İstemedim de zaten. Öte yandan, hiç bir romantik duygu beslemediğim ama hayat duruşunu, değer yargılarını ve karakterini beğendiğim, kendime uygun bulduğum, onayladığım, arkadaşğına kıymet verdiğim erkekler var şu an aklıma gelen. Onlardan bir tanesinin çocuğumun babası olmasını ister miydim? Hay hay, memnuniyetle. E onlardan biriyle sevgili olmaya, evlenmeye, bir ömür (ya da bir süre) aynı hayatı paylaşmaya ne dersin? Orda duruyoruz hepimiz. Bi’ uzaklara dalıyoruz.

Kimden çocuk yapılır? Çocuğuna iyi ebeveyn olacak olana mı? Sen ebeveyn olmaya çalışırken sana iyi eş olacak olana mı? En uzun süre birlikte olacağını düşündüğüne mi? En güvenilir bulduğuna mı? Sana bir şey olursa çocuğunu için en rahat emanet edebileceğin insana mı? (düşündüm de, bu mantıksız değil bu arada. ama onu da çocuğu yapmadan bilmek mümkün mü?) Onsuz yaşayamadığına mı? Çocuğuna iyi gen, iyi gelecek, iyi ahlak, iyi terbiye, iyi örnek sunmak adına kendi payına düşenin en iyisini yapacak olana mı? Kime göre en iyi, sana göre mi? Peki sen onun “en iyi”si değilsen ne olacak? Kim kime, daha da önemlisi neden razı olacak?


Çocuk konusuna aşkı meşki karıştırmayı ilk kim akıl ettiyse iyi halt etmiş.

Ha bu arada, benim için dünyanın en güzel kokusu: deniz, yeni araba, frezya, soğanın kavrulurken çıkardığı koku ve taze ekmek. Bir gün çocuğum olursa inşallah, bu konuyu tekrar konuşuruz.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder