9 Ekim 2019 Çarşamba

Merhaba, ben Yasemin


Merhaba, ben Yasemin.
Hassas, kırılgan, naif olduğunu yüksek sesle söyleyemeyenlerdenim.
Beni kırdıysanız muhtemelen bundan haberiniz olmamıştır.
Kuyruğum dik, gururum yüksektir. Midesini alevli bir bıçak delerken havalara bakıp “acımadı ki” diyenlerdenim.
Merhaba, ben Yasemin.
Çoğu zaman dertlerimi içime atarım.
Kendi derdimi küçümser, başkasınınkini sahiplenirim.
Dünyaya empatim olması gerekenden fazla, kendime şefkatim olması gerekenden eksiktir.
Merhaba, ben Yasemin.
Böyle olmakla övünmüyorum. Sadece başka türlü nasıl olunur bilmiyorum.
Güvensizliklerimi, korkularımı, zaaflarımı görürseniz ne yaparım bilmiyorum.
Her şeyi yoluna koymaktan çok, her şey yolundaymış gibi davranmaya enerji harcıyorum.
Merhaba, ben Yasemin.
Nereden geldiğini bilmediğim bir suçluluk duygusuyla doğdum. 36 yıldır onu besliyor, büyütüyorum.
Hayattaki her şey benim sorumluluğumdadır, benden başka hiç kimse bir bedel ödemek, hesap vermek, gönül almak, kusur örtmek, telafi etmek zorunda değildir.
Merhaba, ben Yasemin.
Olduğu gibi bir insan olmaya çok çaba harcarım, ama olmadığı gibi görünmeyi hiç dert etmem.
Siz beni güçlü, umursamaz, duygusuz zannedebilirsiniz, böylesi işime bile gelir.
Merhaba, ben Yasemin.
Kendimi korumayı beceremediğim için yaralı bir hayvan gibi saklanıyorum.

25 Temmuz 2017 Salı

Across the universe

Uzaktan gördüğümüz bir tanıdığa seslenirken, en olmadık yerde kahkaha atarken, alçak sesle dedikodu yaparken, gece gördüğümüz rüyayı dünyanın öteki ucundaki arkadaşımıza telefonda anlatırken, taksiciyle trafikten şikayet ederken, durmadan şikayet edip de değiştirmek için hiçbir şey yapmadığımız gündelik gerçeklere söylenirken, dilimize nerden takıldığını bilmediğimiz bir şarkıyı mırıldanırken; sözün özü etrafımızdaki dünyayla her türlü iletişimi kurarken bir titreşim oluşturuyoruz.
Karşımızdaki dinler gibi görünüp içimizden "hadi lan ordan" derken, birinin gözlerinin içine bakıp içimizden geçen binlerce yanıtı susarken, olduğumuzdan çok başka bir yerde olmayı hayal ederken, dilek tutarken, sıcak bir yaz gecesi uyur uyanık açık pencereden gelen sesleri anlamlandırmaya çalışırken, sokakta arkamızdan yürüyen adamdan tedirgin olurken birer radyo gibi frekans yayıyoruz.
Bunların hiçbiri evrende kaybolmuyor; zaman ve mekanın bizim muhakememizin çok ötesindeki yolculukları boyunca ilerleyip bir alıcıya ulaşıyor. Milyonlarca ışık yılı ve sonsuz kilometre uzakta bir yerde, belki başka bir galakside, çapraz bir boyutta hayat buluyor. Belki cevabı da geliyor, bilemiyoruz. Geldiğini anlayamıyoruz. Belki o yüzden bütün gün hatırlayamadığınız o isim tam uykuya dalacakken aklınıza geliveriyor. Belki o yüzden bazı sabahlar içimizde yıllardır duymadığımızı sandığımız o şarkıyla uyanıyoruz. Belki o yüzden "Yaa kaç gündür aklımdasın" diye şaşırıyoruz sokak ortasında karşılaştığımız arkadaşlarımızla.

Mistik ya da doğaüstü bir şeyden bahsetmiyorum. Ortaokul fizik müfredatı bu!
Fizikte basit yasalar vardır; bir: kütle çekim yasası. Evrende kütlesi olan her şey birbirine kuvvet uygular. 
(Bunun duygu dünyamızdaki adı kısaca özlemektir. Özlediğiniz, yoksunluğunu çektiğiniz şeyin sizin eksikliğinizi hissetmemesine imkan yoktur.)
Gergin tuttuğunuz bir kağıdın iki eksenine zamanı ve mekanı koyun. Üzerine de birbirinin aynı hacimde ama farklı kütlelerde misketler bırakın. Misketler kendi gücünün yettiğince izler oluşturacak, yeterince güçlü olanlar belki kağıdı yırtacaktır. Bu göçük ve yırtılmalara zamanda - ve mekanda- bükülme diyebiliriz. Zamanı ve mekanı bükmek, misket çapında da olsa başka bir boyuta kapı açmak demektir.
Kim bilir, belki o çok içinizde kalan ilk aşkınızla başka bir boyutta buluşmuşsunuzdur.

Bir diğer fizik kanunu der ki: cisimler elektrik yüklerine göre birbirlerini iter veya çeker. Aynı yükler birbirini iterken zıt yükler birbirini çeker. Burdaki çekimin nedeni en basit şekliyle, kendilerindeki eksiği tamamlayacak olanın karşındakinde olduğunu duyumsamalarıdır. (Özlemek diyorum, özlemek. Tekrar söylüyorum, yoksunluğunu çektiğiniz şeyin sizin eksikliğinizi hissetmiyor olması imkansızdır.)

Bunu lütfen insanın kısıtlı duyu ve algılarıyla anlamlandırmaya veya çürütmeye çalışmayın. En nihayetinde duyular yetersizdir ve algı görecelidir. İnsanın dünyada duyumsayabildiği ses aralığı bile kısıtlıyken, görme dediğin beceri gece karanlığında devre dışı kalırken ve en alası bile 40 yıla kalmadan garanti kapsamı dışına çıkarken, insanların yalnızca duyularına güvenerek hareket etmesi en kibar tabirle naiflik. Algı dediğinse zaten illüzyon. Aynı olayı üç arkadaşınıza anlatıp yorumlarını isteyin, eminim üç farklı hikaye dinleyeceksiniz, aynı teoriyi bile üç farklı ifadeyle ele alacaklarını göreceksiniz. Güzel bakan güzel görür, bu kadar basit.

Dolayısıyla, gördüğümüz hiçbir şey aslında gördüğümüzü sandığımız şey olmayabilir. Görmediğimizi sandığımız her şey gözümüzün önünde olabilir. İçimizi yakan acılar hayatta başımıza gelmiş en büyük talih olabilir. Hayatın ilginçliği her an bir karar vermek zorundayken aynı anda hiçbir zaman nihai kararı veremediğinin ayırdında olmak. İşte bu yüzden hayat bir akış ve biz o akışın içindeyiz. Akışta olmak bir beceri değil yani aslında, mecburiyet.

Allahım lütfen dilimin, aklımın, kalbimin, niyetlerimin ve sözlerimin yaratım gücünü unutmama bir an bile izin verme. Jai guru deva om. 




14 Temmuz 2017 Cuma

Notes to self

En güzel gün bugün. Yarın diye bir şey yok, var diyen yanılır. Kul konuşurken kaderi gülüşürmüş. Güldürmeyin kendinize. 
En kolayı her şeyi bildiğimizi sanıp kendi varsayımlarımızla hareket etmek. Yanılmak kaçınılmaz. 
En büyük engel insanın kendisi. Sen kendine engel olmazsan kimse seni tutamaz. 
Tüm kötülüklerin temeli sevgisizlik. Sevmeye çalışmazsan hiçbir şey olmaz. 
En büyük dert çaresizlik. Allah çaresiz dert vermesin hakkaten. 
En iyi eğitmen hayvanlar. En sevdiğini yarım gün izle, anladıkların sana bir ömür yeter. 
En büyük sır ölüm. O gelene kadar vazgeçmek yasak. 
En güzel hediye affetmek. Kendini affetmek, suçlayacak başka birini bulmak değil, unutma. 
En kısa yol, bildiğin yol.
En güçlü kaynak, içindeki huzur. O tamamsa, kimse keyfini bozamaz. Dışardan geleni depolanabilir değil malesef. 
En büyük koruma dua ve iyimserlik. Biri var, öteki yok bende. 
Her saniyenin kıymeti var. Söylenerek, üşenerek, endişelenerek, sizi hiç tanımayan insanların hakkınızda ne düşündüğüne dertlenerek geçirdiğiniz her bir saniye çöp. 
Ha bir de, tek yol içinden geçmektir. The only way is through.

20 Kasım 2016 Pazar

Yalnız

Makyaj yaptığında olduğundan başka bir şeye değil olduğunun en güzeline dönüşenler, merhaba.

Şiirlerden çok duvar yazılarına duygulananlar, nasılsınız?

Kendi evinin kokusunu her şeye tercih edenler, orda mısınız?

Kedi yavrularının ciddiyetle oynaşmasını sonsuza dek izleyebilenler, iyi misiniz?

Harita gördü mü gittiği yerlerle gitmek istediklerini, kalbine giden yolları gözüyle işaretleyenler, nerdesiniz?

Telefonu çalınca kötü bir haber alırım korkusuyla açamayanlar, n'aptınız?

Kalabalıktan sıkılanlar, bisiklete binmeyi unutanlar, kahveyi şekersiz içenler, çocukluğunu özleyenler, derdini anlatamayan derman bulamayanlar, karşılıksız sevenler, sıra beklemeyi bilenler, ayakları üşüyenler, yalnız değilsiniz.

26 Ağustos 2016 Cuma

Beni aşka inandır, Lobster!

Toplum tarafından kabul edilen, onaylanan, kutsanan bir ilişkiniz olmadığı için kendinizi tuhaf, eksik, lanetli hissettiğiniz oluyor mu?
Peki duygularınızı ifade etmenin yasak olduğu bir evrende, yalnızca hayatta kalmak için mücadele eden vahşiler gibi yaşadığınızı düşündüğünüz?

 2015 yapımı "The Lobster" bu iki paralel distopyanın çatışması üzerine kurulu; sert, düşündürücü ve sıradışı bir film. Baştan söyleyeyim, herkese göre değil. Sonra içiniz şişip bana küfretmeyin.

David, yalnız kalmanın yasak olduğu, güvenlik görevlilerinin bekarlara suçlu muamelesi yaptığı evrendeki baş kahramanımız. Diğer bekarlar gibi, bir an evvel eşini bulması için bir otele yerleştiriliyor. Otelde kurallar katı; belirlenen sayılı gün içinde eşinizi bulamazsanız kendi seçtiğiniz bir hayvana dönüştürülüyorsunuz. Oteli çevreleyen ormana günlük av gezileri düzenleniyor, yaşamlarına tek devam etmeyi tercih edenlerin saklandığı bu ormanda avladığınız bekarları haklamış olarak dönerseniz, bu başarı otelde kalış sürenize gün sayısı olarak ekleniyor.

Otel tüm ziyaretçilerini tektipleştirmek için sayısız kurallarla bezenmiş olsa da, onlardan beklenen "dengi dengine" olan partneri bulmak. Çift olabilmek için en az bir ortak nokta bulma gerekliliği, ziyaretçileri olmadıkları kişiler gibi davranmaya, "mış gibi" yapmaya zorluyor - ki er ya da geç bunun fiziksel veya ruhsal olarak insana zarar verdiğini görüyoruz; alın size Lobster'dan ilk hayat dersi: Kendin gibi olamadığın, olmadığın biri gibi davranmaya çalıştığın her ilişkide çuvallarsın.

Otelde çift olmanın faydalarının didaktik anlatımına dair bölümler absürt olduğu kadar gerçekçi. Özellikle de sorunlarını kendi çabalarıyla çözemeyen çiftlere çocuk tahsis edilmesi, beni cidden güldürdü. Arada bir başımızı kaldırıp içinde yaşadığımız toplumun da her fırsatta bu dayatmayı yaptığını fark etmek lazım. Alın size Lobsterdan ikinci hayat dersi: Hayatta kalmak için gerçekten bir eş olmazsa olmaz mıdır? Kesinlikle hayır. Çocuk evliliği kurtarmak için mi yapılır? Umarım hayır.

Otelin kuralları katı dedim ya, işin ucunda hayvana dönüştürülüp ormana salınmak var - ve biliyoruz ki hayatta kalma içgüdüsü bu dünyadaki her arzudan daha güçlüdür. (Bunu Lobster'dan öğrenmediğim için hayat dersi olarak belirtmedim. Bizzat tecrübeyle sabittir.) 

Bu yüzden David diyor ki kendi kendine; insanın hissetmediği halde hissediyor gibi davranması, hissettiği halde hissetmiyor gibi davranmasından daha zor, ve harekete geçiyor. Sahi hangisi daha zor? David, oteldeyken hayatta kalmak için sevmediği bir kadını seviyormuş gibi davranıyor; ormandayken hayatta kalmak için sevdiği kadını sevmiyormuş gibi. Bu arada toplumun onayladığı bir ilişki yaşadığında aşırı mutsuz, mutlu olduğu ilişkiyi yaşarken ise içinde yaşadığı topluluktan kabul görmüyor. Ve Lobster'dan bir hayat dersi daha geliyor; gerçi bu dersi daha önce Necatigil Usta'dan aldıysanız benim gibi; kredinin tamamını Lobster'a bahşetmek zorunda değilsiniz. Almadıysanız; google'a "Sevgilerde" yazın bir zahmet. Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kalmasın.

Ne diyorduk? 
Bu evrende bekar olmak da zor. Toplumun baskıcı kurallarından kaçarak kendi tercihleriyle bekar kalanların özgürlük ve içtenliğin kitabını yazmasını beklerken, orda da başka acımasız kurallar devreye giriyor. Bekar olmak özgür olmakla eşleştirilmişse, özgürlüğün bedelini her an canınla ödeyebileceğini ve kimsenin seni gömmekle bile vakit kaybetmeyeceğini hiç unutmamalısın mesela. Buyrun hayat dersine: yalnız geldik, yalnız gideceğiz. Duygularını göstermek hatta duygu beslemek zaten tamamen yasak. Yalnızlıklarını kutsarken korkuları o kadar ağır basıyor ki, o bencillikle kendileri gibi olanları çiğneyip geçebiliyorlar. Bekar hayat, ölmemek için öldürenleri anlayışla izlediğimiz bir vahşi yaşam belgeseli. Dikkatli bakınca, yalnızların dünyası aslında çiftlerinkinden bile daha faşizan.

Filmde iki güçlü distopya tasviri var yani. Ve ikisi arasındaki çatışmanın belirgin bir üstün tarafı yok. Yalnızlar mı çiftlere tahammül edemiyor, çiftler mi yalnızlara? Kararsız kaldım. Can güvenliğimi tehdit eden bir durumda sevmediğim birinin yanında olmadığım biri gibi yaşamayı tercih eder miydim? Bir "Umarım hayır" daha.

Filmin finali, senaryonun zirvesi. O kadar da spoiler vermeyeyim, buraya kadar okuduysanız merak edip izlersiniz filmi herhalde. İzleyici iki ihtimal arasında kalıyor, finalin ucu açık. İzleyenler kendi akıllarına yatan finale bakarak aşka inanıp inanmadıklarını test edebilirler. Görünen o ki ben inanmayanlardanmışım. Ama en azından, aşık olmadığım birinin yanında "mış gibi" yaparak kalma ihtimalini de aklıma getirmiyormuşum.

Filmde o kadar çok metafor ve mesaj var ki hepsini tahlil etmeye kalksam sayfalarca yazarım. Bir o kadar da benim göremediğim vardır. Bu arada bence film yalnızca romantik ilişkiler hakkında değil. Bana iş hayatına dair de çok şey düşündürdü. Kendinizi baskı altında hissettiğiniz her habitata kolayca uyarlamanın mümkün olduğu sembollerle dolu yüz on üç dakika.


Sayısız toplum ve düzen eleştirisinin yanında, bir gün kendimi böyle bir evrende bulursam ve ruh 
eşimi bulamazsam hangi hayvana dönüştürülmek isterdim'i de düşünüyorum. Henüz bulabilmiş değilim. Lobster yine 90'a takıyor: İnsan gibi duygusuz olacağına hayvan gibi düşüncesiz ol. Hem ilk anda dehşete düşüren bir ihtimal olsa da, hayvana dönüştürülmeden önceki son dileği sorulan karakterle aynı anda şunu fark ettim: olur da bir gün bir sebeple hayvana dönüştürülürsem, güzel bir kitap okumak ya da film izlemek dışında mahrum kalınacak pek bir şey de yok yani. Merakta kalanlar için bir de test hazırlamış filmin yapımcıları sağolsun, isteyen denesin.

http://thelobster-movie.com (Ben baykuş çıktım.)


Ve Lobster'dan son bir hayat dersi: İnsanoğlunun bir çiftin yarısı olma ihtiyacı, en çok sırtınızda kendi erişemediğiniz bir noktaya merhem sürmek gerektiğinde ortaya çıkar.