28 Ekim 2015 Çarşamba

Lütfen izinsiz girmeyiniz

Bir sanat aşığı olduğum söylenemez. Hele modern sanat söz konusu olduğunda hiç. Biraz zorlama ve yapmacık bulurum, beni bir gülmeler alır, ayıp olmasın'la yangın var arası bir iç ses eşliğinde kaçasım gelir. Yanlış anlaşılmasın, gittiğim tüm Avrupa şehirlerinde en baba müzelerin kapılarında saatlerce beklemişliğim, klasik tabloları saygı ve hayranlıkla incelemişliğim vardır. İnsanoğlunun kendini, duygu ve düşüncelerini ifade etmek için kullandığı hemen her yaratıcı araca "sanat" demeye oldukça yatkınımdır. Lakin diyorum ya, kendimle çelişiyorum, boş beyaz kasnağın, tekrar eden garip video enstalasyonların karşısında saatlerle oturmak bana göre değil.

Öte yandan, Istanbul Bienali'ni son derece kıymetli buluyor, dünyanın binbir yerinden sırf bienal görmeye gelen ziyaretçiler varken "yok ben görmedim" demenin son derece ayıp olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi beğenmeyeceksek de gidip, görüp beğenmemek gerektiğini düşünenlerdenim. 

Bu düşüncelerle 5 Eylül'den beri bienale "gitmedim, gitmem herhalde" diyen herkesi paylıyor, gitmeleri yönünde nutuk çekiyorum. Tam bir son dakikacı Istanbullu gibi kendi gidişimi bugüne bıraktım. Şahane bir son dakika kararıyla saat 12'de karar verdim, 13:00'da hareket eden vapurda adaya doğru seyir halindeydim.

İlk durak Kaptan Paşa Deniz Otobüsü.
Alt kattaki çalışmanın kendisi kadar girişindeki tabelada yazan cümle düşündürücü. 
"Bizler açık denizde kendi gemisini yeniden inşa etmek zorunda olan denizciler gibiyiz."
Hayat açık deniz mi, sürekli bir fırtına mı, değişen koşullara sürekli adapte olmak zorunda mıyız, adapte olamadığımız noktada ne oluyor? Bize bu adaptasyon yetisini ne kazandırıyor, toplum ve ailelerimiz mi yoksa yalnızca hayatta kalma içgüdüsü mü? Dostlarımız hayattaki can yeleklerimiz, filikalarımız mı? Yoksa eserdeki gibi, birbirimizden kırılıp dökülen parçalardan kendimizi mi sağlamlaştırıyoruz sürekli? Bu iyi bir şey mi, kötü mü? Biz ne kadar çırpınırsak çırpınalım akıntı bizi götüreceği yere götürecek mi? Peki bu mücadele niye?

Üst kata çıkıyorum. Karanıktan aydınlığa.
Deniz otobüsünün koltukları, valizler, minderler. Gördüklerimin hangisi sanat, hangisi değil, farkında olmamanın mahçubiyeti var biraz. Kaptan köşküne giriyorum. Seyir defteri, yanlış gönderilen tehlike sinyalini iptal etme protokolü, tatbikat defteri, geminin hasara uğraması durumunda uyulacak kurallar... elime geçeni okuyorum. Hayatın kendisi beni sanattan daha çok ilgilendiriyor. Keşke alt katta da bir tecrübeli kaptan anlatsaydı, biz denizcilerin o sürekli yeniden inşa etmek zorunda olduğumuz gemiler hasara uğradığında uyulacak kuralları.

Güverteye ilerliyorum. Gün ışığı.
Bir isim: Pınar Yoldaş. Bir eser: Tuzlu Suyun Kalbi/ Saltwater Heart. 
Su pompaları, damarlar. 


Pınar Yoldaş - Tuzlu Suyun Kalbi / Saltwater Heart ;
Kaptan Paşa Deniz Otobüsü - Büyükada, 14. İstanbul Bienali

Tam altında, tam ortasında duruyorum ve gökyüzüne bakıyorum. 
Koca bir kalbin kalbinde duruyor gibiyim. 
Tam o sırada bir martı, kalbin ortasındaki boşluktan içeri giriyor, irkiliyorum, arsızca geri çıkıyor aynen geldiği gibi, yoluna devam ediyor, sanki o kalpten hiç içeri girmemiş gibi. Bakakalıyorum. Bir kalpten içeri girmek ve çıkmak bu kadar kolay mı? Kalbini açanın mı, kalbe girip çıkanın mı kararı bu?
Bir kalbi girenden korumak mümkün mü? Çıkmak isteyeni tutmak diye bir şey var mı?

Sinirim bozuluyor. Ama fark ediyorum ki gülüyorum da bir yandan.

Alt kata iniyorum Kaptan Paşa Deniz Otobüsü'nden ayrılmak için.
Makine dairesinin kapısında harika bir uyarı dikkatimi çekiyor: "Lütfen izinsiz girmeyiniz."
Kalplere de bu uyarıyı yapıştırmak mümkün mü?


Kaptan Paşa Deniz Otobüsü Makine Dairesi Kapısı 2015 - Sanatçı Bilinmiyor



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder