30 Ocak 2011 Pazar

İsim: Grace Kelly




İsim: Grace Patricia Kelly
Doğum: 12 Kasım 1929, Philadelphia, Pennsylvania
Ölüm: 14 Eylül 1982, Monte Carlo, Monaco

Milyonların gözünde Grace; tam zamanında terk ettiği Hollywood şöhreti ve zarafetle taşıdığı Monaco Prensesi ünvanı ile kusursuz mutluluğun sembolü ve bazılarının şanslı doğduğunun işareti gibiydi. Kısa ömrünün sonunda ise hırslı ve sadakatsiz prens koca, birbirinden problemli üç çocuk, erken veda etmek zorunda kaldığı başarılı kariyeri ve trajik ölümü ile, peri masallarının her zaman mutlu bitmediğini tüm dünyaya gösterdi.

Tesadüfen keşfedilişinin getirdiği, önlenemez bir hızla ilerleyen film kariyeri boyunca Marlon Brando’dan Cary Grant’e kadar pek çok Hollywood yakışıklısıyla çıkan aşk dedikodularının sebebini, kimi Grace’in nemfomanisiyle, kimi dillere destan güzelliğiyle açıkladı. Grace’in Hollywood’un tüm kadınları tarafından kıskanıldığı bilinen bir gerçekken, The Country Girl filmindeki performansının kazandırdığı Oscar heykelciği, mağlup adaylarınki başta olmak üzere bu düşmanlığı daha da perçinledi.

Grace şöhret basamaklarını hızla tırmanırken, Monaco Prensi Rainier de ülkesinin ve son erkeği olduğu kraliyet ailesinin kaderini kurtaracak gelini seçmek üzere Amerika’ya doğru yola çıktı. Ticari bir anlaşma mı, ilk görüşte aşk mı bilinmez; Grace’in yeni Monaco Prensesi olacağı tüm dünyaya gururla duyuruldu, kraliyet ailesi rahat bir nefes aldı.

Dedikodulara göre Grace Kelly’yi Prens Rainier’e uygun bir eş yapan en önemli nedenler, Grace’in soyu tükenmek üzere olan kraliyet ailesine yeni varisler kazandırmayı hak edecek kadar Katolik, Monaco prensesi olmasıyla gurur duyulacak kadar güzel, Monaco’yı yeni bir turizm merkezi getirebilecek kadar şöhretli olmasıydı. Bu zarif ünvan için ilk değerlendirilen isim, Marilyn Monroe Monaco’nun Afrika’da olduğunu düşündüğü için, -ve Prens Rainier’e kasti bir dil sürçmesiyle Reindeer (Ren Geyiği) olarak hitap ettiğinin duyulmasıyla- şansını sonsuza dek kaybetti.

Grace’in Amerika’daki kariyerini ve hayatını terk edip yeni ve soylu bir hayata yelken açmasının önündeki tek engel, Metro Goldwyn Mayer Stüdyoları ile olan film sözleşmeleriydi. Grace ile Rainier’in düğününün naklen yayın hakları karşılığında bu sözleşmeleri memnuniyetle fesheden MGM Stüdyoları, gidişinden bile para kazandıkları eski Hollywood yeni Monaco prensesine teşekkürlerini, 290 metrelik kuyruğuyla ihtişamı hala nefes kesen dantel gelinlik hediyesiyle sundular.


Grace ve Rainier’i muhteşem düğünleri için Monaco’ya götüren gemi  yeni demir almıştı ki Grace’in annesi kızının geçmiş aşklarıyla ilgili yazı dizisini ulusal gazetelere satmak için pazarlığa oturdu.  Varlıklı fakat sıradan, asaletten uzak ailesi Grace’ in ansızın gelen şöhretine de yaptığı soylu evlilikle kendisine sunulan ihtişamlı hayata da hiç bir zaman anlam veremedi.

Hala yüzyılın düğünü olarak anılan muhteşem seremoniden sonra Grace, hayatının en uzun rolünü; Monaco’nun zarif prensesi, Rainier’in örnek eşi ve kraliyet ailesinin 3 şımarık varisinin annesi olmayı 25 yıl boyunca başarıyla sürdürdü. Trajik bir kaza ile son bulan hayatı, peri masallarında herkesin “sonsuza dek mutlu yaşamadığını” tüm dünyaya gösterdi.

Amerika’da genç, neşeli ve çapkın bir film yıldızıyken; yeni vatanı Monaco’yu 3 çocuğuyla kraliyet ailesinin soyunun tükenmesi tehtidinden, güzelliği, şöhreti ve Amerika'dan getirdiği turistik değeri ile de ekonomik krizden kurtaran bir prenses oldu. Ailesinin sevgisini hep esirgediği bir kız çocuğu, bir halkın sevgilisi, gururu haline geldi. Ne Amerikan sinemasında süren efsanesi, ne kraliyet ailesi için taşıdığı kritik önem, ne de halkının sevgisi gözlerin göremediği acılarla dolu hayatının trajik sonunu önleyemedi. Ölümü hakkında hem Grace'in hem kraliyet ailesinin adını lekeleyecek her türlü spekülasyon, aile tarafından başarıyla savuşturuldu. 

Grace'in güzelliği, yıllar boyu aile fotoğraflarının arkasında görünecek bir çerçeve içine hüzünle hapsoldu.
 Dillere destan düğününü izlerken, bir peri masalını andıran hayat hikayesine bakıp onun dünyanın en şanslı kızı olduğunu düşünenler; maalesef yanıldılar.



26 Ocak 2011 Çarşamba

Medeni Cesaret


In the future everyone will be world-famous for 15 minutes.” (Andy Warhol)




Beatbox bizim ata sporumuz mu yahu? Kolbastı ne ara organik bir parçası oldu kültürümüzün; çocukken 23 Nisan’larda stadyumda kolbastı oynayan gördünüz mü siz hiç? Rahmetli gibi çeneyi öne çıkara çıkara “Eşşooleşeğk” demek bir konservatuar sınavını geçmek için yeterli midir mesela? Michael Jackson öteki dünyaya göçmeden de bu kadar moonwalk meraklısı var mıydı bizim memlekette?

Biz çocukken medeni cesaret, pist boşken kalkıp dans etmekti. Bir şehirler arası yolculukta sesi güzel bir ablanın otobüs mikrofonundan herkesin eşlik edebileceği bir şarkıyı söylemesiydi. Anneannenin arkadaşları gelmişse misafirliğe, kendi kendine Almanca hal hatır sorup cevap verebilmekti. Tatil köylerindeki, okul pikniklerindeki yarışmalara gönüllü katılabilmekti. Ya var olan bir yeteneğini mütevazi bir şekilde sergilemekten çekinmemek; ya da zaten her yapanın komik görüneceği, haliyle kimsenin kimseye rezil de olmayacağı durumlarda komplekssiz davranmaktı.

2000’lerin başında hayatımıza Popstar yarışmaşarı ile giren yeni anlayış, özellikle 80’lerde doğmuş olanlara çocukluklarında öğütlenen “medeni cesaret sahibi olma” vasfını biraz ertelenmiş olarak ortaya çıkardı. Andy Warhol’u bile şaşırtacak bir hevesle konuya ilgi gösteren Türk halkı, bu anlamsız furyaya yatırım yapmakta vakitli davranan yapımcılara büyük paralar kazandırdı.

Göğüslerine koca koca numaralarını yapıştıran adayların bazıları eğlence için, arkadaşlarıyla şamata yapmak için, birkaç dakika televizyonda görünme ihtimali için; bazıları ise malesef yeteneklerine gerçekten inandıklarından; seçmelerin yapıldığı 5 yıldızlı otellerin önüne sebilhane bardağı gibi dizildiler. Kimi şarkısını bitirmesine bile izin verilmeden uğurlandı; bet sesini sergilediği videoları internette izlenme rekorları kırdı. Kimi jüri üyeleriyle dalaşarak, kimi memleketlilerinden oy toplayarak, kimi kişisel cazibesini kullanarak bu Kelebek ömürlü şöhretin tadını çıkardı. Reddedilenlerin pek azı “sağlık olsun, ben şansımı denedim” deyip evine döndü; tahminimce büyük çoğunluğu hala “fena halde hakkı yenmiş gizli bir cevher” olduğunu düşünerek uyuyor geceleri.

Başlarda yine büyük ölçüde Allah vergisi olan (ama yine de muhakkak eğitilmesi gerektiğini düşündüğüm) ses güzelliği ve müzik kulağı kıyaslanırdı.  Yıllar içinde aynı formatın oyunculuk, dans ve bilimum versiyonları türedi; sonuncusu da bu formatın son noktası olmasını umduğum, anlamı adında gizli güzide yarışmamız: Yetenek Sizsiniz Türkiye.. Fantastik bir sirk edasıyla beş benzemez gösterileri peşi sıra dizen, ucubeler kumpanyası. Zeki Müren taklitlerinin üçüncü sınıf sihirbazlık numaralarıyla, bir yaz Side’ye gitsek alasını bulacağımız barmen jonglörlüklerinin kolunu bileğini doğrayanlarla kıyaslandığı, birbirinden anlamsız beş benzemez yeteneklerin yarıştırıldığı bu saçmalıklar geçidini izlerken düşünüyorum...

Bu altı boş özgüveni pompalayan en önemli faktörün, nedense toplumumuzda çok yaygın olan “yırtma” hevesi olduğuna inanıyorum. İnsanoğlunun kolay yoldan para kazanmaya, emeksiz yemek bulmaya ve bir gecede ünlü/zengin/hem ünlü hem zengin olmaya bu kadar inanmasını biraz safça, biraz da cüretkar buluyorum.

Demem o ki, medeni cesaretin fazlası eksiğinden kötüymüş meğer.. Özgüvenin fazlası kişiye zarar, çevreye ise özür dilense de telafi edilemeyen bir rahatsızlık veriyor bence.

Andy Warhol ve Aziz Nesin’i aynı cümlede anarken, hepimize medeni cesaretsiz günler diliyorum.

*Karikatür: Erdil Yaşaroğlu

18 Ocak 2011 Salı

Rakı Şişesinde Balık Olmak


"Eskiler alıyorum/ Alıp yıldız yapıyorum/ Musiki ruhun gıdasıdır/ Musikiye bayılıyorum
Şiir yazıyorum/ Şiir yazıp eskiler alıyorum/ Eskiler verip musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam.."  (Orhan Veli Kanık)


Ben ortaokul ve liseyi Beyoğlu'nda okudum. Aksırıp tıksırmadan içmeyi Taksim'de, Nevizade'de, Çiçek Pasajı'nda ve o zamanlar biri bu bu kadar popüler olacağını söylese güleceğim Asmalımescit'te öğrendim.



Zaten dayanıklı olan bünyemi, buralarda gördüğüm abilerin ablaların zarif adabıyla eğiterek, yamulmadan içmeyi öğrendim. Masalardan oturduğun gibi kalkabilmeyi öğrendim. Kendine ve yanındakine dur demeyi, kutlama yaparken de efkar dağıtırken de façayı bozmamayı öğrendim. Sarhoş olsam da dağıtmamayı, kafayı bulsam da kalp kırmamayı, elleri kendime güldürmemeyi öğrendim.
Gece saat kaç olursa olsun, Taksim’den evimin yolunu bulabilmeyi öğrendim.

Buralarda tanıştım rakının mucizesiyle.
Dostlukları hatırlatan, sevinçleri katlayan, dertleri unutturan rakı mıydı, rakının bana kalırsa en şahane mezesi olan muhabbet miydi hiçbir zaman bilemedim.

Tek bildiğim;
Rakı muhabbettir, uzakları yakın edendir.
Rakı özlemdir, uzaktan geleni karşılamak, uzağa gideni yolcu etmektir.
Rakı aşktır, aşk acısından kafanı masalara vurmak, bir balkondan tüm Istanbul’a avaz avaz aşkını ilan etmektir.
Rakı dostluktur, kimde ne yemek varsa; kimde ne dert varsa ve gecenin sonunda kimde sigara varsa; bir masaya ortak etmektir.
Rakı gurbettir, üç gurbetçi komşu gecenin ikisinde ecnebi memleketinde Sezen Aksu şarkılarıyla Istanbul’u özlemektir.
Rakı durmaktır, öglenden gece yarısına oturduğun sofraya oturup kalkanları izlemek ve sadece durmanın keyfini çıkarmaktır.
Rakı ilerlemektir, o masada iş kurmak, memleket kurtarmak, tüm dertlere akıl koymaktır.
Rakı temizliktir, otururken önceden bildiklerini, kalkarken masada duyduklarını unutmak; ruhunu temize çekmektir.
Rakı güzelliktir; günbatımını, geceyi, mehtabı, karanlığı en güzel gösterendir.
Küsleri barıştıran, dostlukları pekiştiren, aşkları alevlendiren, sevinçleri katlayan, üzüntüleri unufak edendir…

Bu sebeptendir ki, dünümde ve bugünümde olduğu gibi gelecekte de soframdan eksik olmayacaktır. Evlerimizi şenlendirmeye, Boğaz’da Istanbul’un eşsiz güzelliğine eşlik etmeye, Cunda'da gün batımını parlatmaya, Rumeli Feneri’nin güneşli akşamüstlerini serinletmeye, Bozcaada’nın serin gecelerini ısıtmaya devam edecektir. Bir anason kokusu, bir kadeh sesi ve bir dost kahkahası; tüm dertleri unutturmaya yetecektir.

Sağğınıza… 

5 Ocak 2011 Çarşamba

Türk kızının sporla imtihanı


"Ben Sporcunun Zeki, Çevik ve Ahlâklısını Severim." (Mustafa Kemal Atatürk)

Bizim kuşağın annelerinde, artık kendi kiloya yatkınlıklarını görüp önlem almak için midir nedir, evlatlarını bir spordan spora taşıma durumu vardı. Bizde de durum farklı değildi. Zavallı annem günün birinde beni olimpiyatlarda izleme arzusu taşır mıydı bilmem ama, vücut yapısı bakımından bana bıraktığı genetik mirastan duyduğu suçluluğun etkisiyle beni akla gelebilecek her spora yazdırdı.

Denediğim onca spor, bunalttığım bir ordu hoca, parasını yaktığım pek çok üyelikten sonra rahatça söyleyebiliyorum: Hayatta hiç bir spora yeteneğim yok.

Her Türk kız çocuğu gibi bale derslerinde ve balerin olma hayalleriyle geçirdiğim yuva yıllarımı saymazsak, hatırlayabildiğim en eski spor maceram yüzme. İlkokul birinci sınıfta dört arkadaş, ilerde eş dostla tatile gittiğimizde rezil olmayalım, stilli yüzelim diye, yüzmeye yazdırıldık. Tüm çocukluğu denizde geçmiş, video kayıtlarına göre yürümeden önce su üstünde durmayı öğrenmiş bir çocuk olarak bile bu metazori durumdan hiç hoşlanmadım. Dörtlü grubumuzun iki kişisi kollarının açısına odaklanmış vaziyette havuzu bir baştan bir başa gidip gelirken, en yakın arkadaşım ve ben – ki kendisi hala bu dörtlünün içinde en çok anlaştığımdır- yüzme derslerini havuzun bir köşesinde birbirimize su sıçratarak geçirdik. Anne fırçaları, hoca tarafından sevilmeyen öğrenci ilan edilme gibi tatsız hatıraların yanı sıra, hakikaten komik duruma düşmeden yüzmeyi öğrendik. Hala daha kimi tatil beldelerinde boğulurmuşçasına suda debelenen insanları gördükçe anneciğime teşekkür ederim içimden. Yüzme dersi hatıramızı, sınıfın o iki ineğinden birinin şu anda yaz tatillerini saçı bozulmasın diye denize girmeden geçirdiğini not düşerek bitiriyorum.

Yüzmeyi takip eden sene, az önce bahsettiğim dalgacı Mahmut ve ben, annelerimiz tarafından çok şık bir spor olduğuna karar verilerek tenise sürüklendik. Kendime özgü bir stille, “kortta yerinden bile kıpırdamadan sağa sola savurduğum kollarımla topu yakalarsam savurma” gibi bir sporu icra ediyor ve bundan zevk bile alıyordum ki hocamız aşırı kilo kaybından bitkin düştü ve derslere ara vermek zorunda kaldık.

Ortaokul yıllarında çok yaratıcı bir beden eğitimi hocamız vardı; ben daha bir basketi bile potaya denk getirmeyi başaramazken uzun atlama, gülle atma, badminton gibi iddialı hareketlerle sınıfça sınandık.
Allahtan ki parende, takla, denge tahtasında yürüme gibi yazlıkta büyümüş her çocuğun sahip olduğu birkaç marifetimle bu yılları da atlatmayı başardım. Aynı yıllarda okulumuzun kız hentbol takımının kalesini korumamı hocamızın bende keşfettiği özel bir cevhere değil, adam yokluğuna bağlıyor ve çok üzerinde durmadan geçiyorum.

Bugün bile hala bırak basket atmayı, kağıt attığım çöpü bile tutturamam. Bowlingde yan banttaki oyuncuların lobutlarını devirmişliğim vardır. Evde dart oynamaya kalksak, oku birinin iki kaşının ortasına saplarım diye korkarım. Yıllarca gururla solak oluşuma verdim bu beceriksizliğimi, ama dedim ya, bunca yıl sonra artık kabul ediyorum; hayatta hiç bir spora yeteneğim yok!

Lise sonda ders çalışmamak için her fırsatta kaçtığım sahil yürüyüşlerini saymazsak uzun süre spor defterini kapamıştım. Ta ki.... Kendimi bilmezmiş gibi, iş arama sürecinde artık boşluktan mıdır nedir, o zamanın en havalı spor merkezlerinden birine yazıldım. Hayattaki en istikrarlı spor maceralarımdan biridir, gerçekten tam dört ay neredeyse gün aşırı spora gittim. İş arama sürecim sonlandığında ise, artık o yanıma gelip gelip “yaz geliyor... bikini... bodrum... ehehe... öhöhö..” diyen antipatik eğitmeni daha fazla görmeye tahammülüm olmadığını hissedip sözsüz bir anlaşmayla bu defteri, üyeliğimin bitmesine 1 yıl 2 ay kala kapadım.

Hayatımın geri kalanında bir daha spora uzun vadeli para gömmemeye yemin etmiş, ve sporun hiç bir dalı için yaratılmadığımı artık kabullenmişken; benim için en uygun sporun gözümün önünde olduğunu fark ettim! Nasıl bugüne kadar aklıma gelmemişti Allahım, derhal yogaya başlıyordum! Gayet bilinçsiz bir seçimle katıldığım ilk derste öğretilmekte olan Yin Yoga; diğer yoga türlerinden de dingin, bir buçuk saat boyunca toplamda en fazla 10 yoga pozunun yapıldığı ve her pozda 5 ila 7 dakika kalınan, beni sakinleştiren ve mutlu eden bir spor çıktı. Sporun diğer dallarındaki yeteneksizliğime inat, son derece esnek bir insan olduğum yoga hocalarım tarafından da tasdik edildi ve ben ilk defa, bir spor ortamının en gözde öğrencisi olmanın gururunu yaşadım.

Allah için, yoga serüvenim hüsranla sonuçlanmadı; fırsat buldukça hala daha severek katıldığım bir hobi benim için. Bu yazıyı kaleme almamın asıl sebebi ise, yarın ilk defa hayatıma girecek olan ve kalıcı olmasını umduğum pilates.
Evet, yarın hayatımın ilk pilates dersine gidiyorum. Kendime çok güvenemiyorum, zira sabıkam kabarık; ama mümkün olursa uzun yıllar pilates yapmak istiyorum. Bu benim yıllarca diğer  sporlara bok atmak için kullandığım bir tezdi: “Spor yapanlar bırakmak zorunda kalınca çok yağlanıyolar, al bak işte, sürdüremeyeceksen hiç yapma daha iyi, ama pilates yapanlar öyle mi, bak 60 yaşında bile dal gibi oluyorlar, zaten pilates uzun kas çalıştırıyormuşmuş da, postür düzeltiyormuş da...... “ Yıllarca konuştun durdun, al bakalım  bu kez pilatesle imtihanını göreceğiz, ne kadar sürecek.